Musa Tektaş


ŞEYH HAMİD-İ VELİ HAZRETLERİ’NİN TEVEKKÜLÜ VE ŞÖHRETTEN KAÇINMASI

ŞEYH HAMİD-İ VELİ HAZRETLERİ’NİN TEVEKKÜLÜ VE ŞÖHRETTEN KAÇINMASI


31. Tevekkül kıldı ol hoş-hû yimedi rızkıçün kaygu 

       Tama’ hırs okına karşu kanâ'atden siper kıldı

(Allah’a tavekkül eyledi, rızık için dünya kaygısı çekmedi. Dünyalık bir şeyi elde etmek için, önüne geçilmez derecede kuvvetli istek sahibi olmadı. Bütün kötü duyguların önüne kanaati siper etti.)

İslam’da tevekkül, Allah’a güven ve teslimiyet esastır. Güvenmek ve itimat etmek, tanımakla ilgilidir. Bir kimsenin marifeti arttıkça güveni de artar. Allah’a en çok güvenen kimse, O’nu en çok tanıyan kimsedir. Peygamberlerin, Allah’a en çok güvenen kimseler olmaları, Allah’ı en iyi tanıyan kimseler olmalarındandır. Bu durum, tevekkülün derecesinin, marifetin derecesine bağlı olduğunu da göstermektedir. Eşyanın varlığı kendisinden olmadığı gibi, sahip olduğu güç de kendisinden değildir. “Işığın ve hararetin sebebinin güneş” olduğunu zannetmek gaflettir. Bütün varlıklar Allah’la mevcuttur ve O’nun verdiği güçle varlığını sürdürmektedir. Bu hakikate yakîn olarak ulaşan kimse, Allah’tan başkasında güç ve kuvvet olmadığını idrak ederek yaratılana değil yaratıcıya güvenir. Sadece O’ndan yardım diler ve O’na teveccüh eder. Allah’ın, bütün mahlûkatın rızkına kefil olduğu bilgisiyle rızık kaygısı çekmeyerek huzur ve sükûn içerisinde yaşar. Allah’a inanmanın gereği olan tevekkül, başa gelenlere karşı sabır ve rıza göstermeyi, aza kanaat etmeyi, mutlak bir güveni ve teslimiyeti öngörür. Tevekkül, sağlam bir havf ve recâ anlayışına sahip olmayı da gerektirir. Allah’tan korkan kimse, başkasından korkmaz. Allah da, kendisinden korkan ve ümitvâr olan kimseyi başkasının eline bırakmaz. İyi görünen şeylerin sonu kötü, kötü görünen şeylerin sonu da iyi olabilir. İşlerin iç yüzünün ve akıbetinin bilgisi sadece Allah’a ait olduğu için, Allah’a güvenmek, işleri O’na havale etmek ve takdirine rıza göstermek gerekir. Kalbin işi olan tevekkül, bedenen çalışmaya engel değildir. Tevekkül, hiçbir şey yapmadan sadece kalben güvenip beklemeyi değil, aynı zamanda bedenen gereken gayret ve çabayı sarf etmeyi de icap ettirir. Tevekkül, rızk kaygısı çekmeyerek huzurlu bir hayat yaşamanın, başkasına muhtaç olamayarak izzet ve şerefi korumanın yoludur.

Mekkî, tevekkül ehlinin, Allah’tan başkasına teveccüh etmeyeceğini, bağlanmayacağını, nefsin isteklerine uymayacağını ve kalbinin Allah’tan başkasıyla huzur bulamayacağını söylemiştir. Aksi davranışların, keşf ve müşahede mekânı olan kalbi esir alacağını, yakîni bozacağını ve her şeyin temeli olan imanı zayıflatacağını açıklamıştır. Mekkî, “Müşaheden artarsa, hırsın azalır ve halka tamahın kalmaz. Bu durum, rıza ve zühd halidir. Tevekkül, bu iki makamı da içine alır.” demiştir. Müşahedenin artması, marifetin artmasıdır. Marifet sahibi olan kimse, Rabbini yakîn olarak tanıdığı için sadece O’na güvenir ve O’ndan gelen her şeye rıza gösterir. Rabbini yakîn olarak tanıyan kimse, halkın da kendisi gibi, Allah’a muhtaç olduğunu görerek onlara teveccüh etmez ve onlardan bir beklenti içerisine girmez. Bu durum, tevekkülün, hem zühdü, hem rızayı, hem de Allah’a teveccühü gerektirdiğini göstermektedir. 

Tevekkül, imanın ve tevhid inancının güçlenip kuvvetlenmesinin de yoludur. Allah’tan başkasına güvenmek ve yönelmek, insanın izzet ve şerefini yok eder. Fakat tevekkül ederek sadece Allah’a güvenmek ve O’ndan yardım istemek, başkasına mahkûm olmaktan kurtararak insan izzet ve şerefini korur. Tevekkül, azla yetinerek kanaat sahibi olmaya, azalan nimetlere veya artan musibetlere karşı tahammül gücünü artırarak da sabır sahibi olmaya sebep olur. (Esma Öztürk, Helallerde Îtidal: Vera‘, AİBÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2020, Cilt:8, ss.649-670)

32. Harama bakmadı hergiz ‘azabın fîkr idüben tiz 

      Helâlden eyledi perhîz hisâbından hazer kıldı

(Hiçbir zaman haram tarafına bakmadı, haram olana el uzatmadı. Dünyada sıkıntısı ahirette azabı olacağından dikkatli devrandı. Hatta öyle dikkatli idi ki her helal olanı bile yayıp yapmamakta seçici davranıp perhiz ederdi.)

Hz. Peygamber (s.a.v) helal rızka çok önem vermiştir. Bu tutumu Hz. Aişe’nin mümin kimdir? sorusuna verdiği cevapta apaçık dile getirilmiştir. “Ya Aişe, mü’min; akşam olunca yediği yemek nereden diye sorup, tedkik edendir.” 

Hz. Peygamber (s.a.v)’in verdiği bu ölçüt, bütün Müslümanlar için geçerli aslî asgarî sınırdır. Hemen her gün mü’minin bu sorgulamayı yapması, rızkının temizliğini kontrol etmesi hem kendi hem de kendinden sonra gelecek nesillerin temiz, erdemli, helal-harama dikkat eden şahsiyetler olmasına imkân vermesi bakımından son derece mühim görünmektedir. Helal ve haramlar noktasında Hz. Peygamberin (s.a.v) bu hassasiyeti Hulefa-i Râşidin ve Ashabta da karşılık bulmuştur. O’nun en yakınındaki Hz. Ebûbekir (r.a) tıpkı Hz. Peygamber (s.a.v) gibi şüphelilerden sakınma konusunda son derece titiz davranmış, helal lokma yemeye özen göstermiştir. Bir gün yediği yemeğin şüpheli olduğunu anlayınca hemen istifrağ etmiş ve şunları söylemiştir: “Eğer bu lokma canım çıkmadan çıkmayacak olursa yine de zorlardım. Çünkü ben Allah Rasûlü'nü şöyle buyururken işittim: "Haramla beslenen vücuda yakışan cehennemdir.” Görüldüğü gibi Hz. Ebubekir (r.a.) şüphelileri haram gibi kabul ederek onlardan uzaklaşma yoluna gitmiştir. Öte yandan vera‘ noktasında O’nun en çok dile hâkim olmanın zorluğunu belirtmesi ve çok konuşmamak için ağzında çakıl taşı taşıması dikkat çekicidir. Nitekim dili korumak, altın ve gümüşü korumaktan daha zor bulunmuştur. Tasavvufun temel hedeflerinden biri de, insanların mâsivâ ile olan ilişkisini koparmak ya da koparmaya gayret etmek olduğu düşünüldüğünde vera‘ sahibi, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın yanı sıra nefs terbiyesiyle bütün ihtiraslarından kurtulduğu için ölene kadar her davranışını bu minval üzere devam ettirme gayreti içinde olur. Aksine davranış, yani helalden şüpheli olana yaklaşmak ya da bu hususta fazla hassas olmamak ise zaman geçtikçe kişiyi dinî hükümlere karşı kayıtsız davranmaya sevk edebilir. Bu sıkıntılı durum, kişinin vera‘ ile olan bağının zayıflamasından kaynaklanır.  Demek ki, vera‘ hali her daim helal-haram dengesinin gözetilmesinde sağlam bir ölçüttür. (Esma Öztürk, Helallerde Îtidal: Vera‘, AİBÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2020, Cilt:8, ss.649-670)

33. Ne mâl ü milkine kaldı ne zerk u şöhrete taldı 

       Ne begler bahşişin aldı ne meyl-i sîm ü zer kıldı

(Dünyanın malına ve mülküne dalıp onların kölesi olmadı. Riya, gösteriş, desinler ve şöhret peşinde koşmadı. Belli mevkilerdekilerin bahşişlerini kabul etmedi. Altın, gümüş gibi şeylere meyil verip, itibar etmedi.)

Şeyh Hamid-i Veli /Somuncu Baba’nın Bursa Ulu Camii’deki bu va‘zı sırrını fâş etmiş; korktuğu başına gelerek birden şöhret oluvermiştir. Halkın ziyâde tazim ve ikrâmlarından rahatsız olan Şeyh Hamid-i Veli, “Şöhret âfettir” diyerek,  mürîdi Hacı Bayram Veli ile birlikte Bursa’dan ayrılmış ve gözlerden kaybolmuştur. Daha sonra beraber Hacca gittikleri ve oradan da Darende’ye geldikten sonra burada ihtifâ eylediği tabakât kitaplarının verdiği bilgiler arasındadır.

Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri meşrep olarak melâmi idi. Onun için konunun izahına çalışalım: 

Melâmet; Bir insanı içinde bulunduğu duruma nispet ederek kınamak, ayıplamak, azarlamak, serzenişte bulunmak, rüsvalık anlamına gelen levm1 kökünden türemiş mastar bir kelime olup, melâmetî ise kınanmaya konu olan demektir. Tasavvuf ıstılahında ise yaygın olarak yapılan tarif şöyledir; İyi ve olumlu yönleri saklayıp, kınanmaya konu olacak yönleri açığa çıkararak yalnız Allah karşısında gerçekleştirilen anmayı esas almak, riyadan, gösterişten, şöhretten kaçınmaktır. Ancak melâmet düşüncesi bir sûfî ekol olarak değil, cömertlik ve fütüvvet gibi sosyal ilkelerle örülen, gerçekten kendini kontrol ve nefis muhasebesini, görünüşte farklı görünmeyi sağlayacak herhangi bir belirteci ya da İslam şeriatına sıkı bağlılığı ifade eden manevi üstünlüğü çağrıştıracak bir iddianın ve gösterişin terkini gerekli kılan bir düşünce olarak karşımıza çıkar.

Melâmî, kendini göstermekten, keramet gibi sırları ifşa etmekten, açıkça zikretmekten kaçınan, iç yüzü ile Hakk, dış yüzü ile halkla beraber olan, nafile ibadetlerini bile halktan gizleyen kişidir. Melâmîlerin Allah ile olan ilişkileri gizli, halkla olanı ise alenîdir. Keramet insana benlik verdiği için nakıstır, hakikatleri gizlemek ise en emin yoldur. Kendilerine bir gizem ve ulaşılmazlık atfetmezler. Hallerde gösterişi iddia kabul etmişler, bu ise saf kulluk prensibine aykırıdır. Melâmîlerde asla manevi sarhoşluk görülmez, onlar cezbelerini özümsemiş ve sindirmiş gizli Hakk âşıklarıdır. Melâmîler, manevi mertebelerini asla izhâr etmezler. Hatta bazıları mertebelerinin farkında olmadan mütevazı bir şekilde yaşar dururlar. Melâmîlere göre Allah’ın insanı tanıması ve sevmesi, halkın tanımasından ve sevmesinden daha iyidir. Halkın eleştirisi, zemmi, hor ve hakir görüşü onlar için incitici değildir. Onlar vakur ve erdemli duruşlarından asla ödün vermezler. Bir melâmî asla kendi reklamını yapmaz ve yaptırmaz. Onlarda makam ve mevki sevgisi yoktur, şöhretten özellikle kaçarlar. Melâmîler gelen her hayrı ve güzelliği Allah’dan, kötülüğü ise kendi nefislerinden bilirler. Melâmîler, dinin emir ve yasaklarına karşı asla lakaytlık göstermezler. Sünnete bağlıdırlar, ancak bunu bağnazlık ve yobazlığa dönüştürüp bir üstünlük vasfı olarak kullanmazlar. Melâmîlik, Hakk’a karşı hüsn-i zan, nefse karşı sû-i zan üzere olmaktır. Onlara göre İslam’ın şartı altıdır ve altıncısı adaletli davranmaktır. Hatta adalete bir ibadetmişçesine özen gösterirler. Onlara göre ihlâs kulluğun kemalidir.  (Naci Özsoy, İlk Dönem Tasavvuf Kültüründe Horasan Melâmîliği  ve Anadolu’da Bir Melâmî Karakter, Anemon Muş Alparslan Üni̇versi̇tesi̇ Sosyal Bi̇li̇mler Dergisi, Cilt:2 Sayı:2 Aralık: 2014 , ss.85-99, s.94)

34. Kodı mahlûkı ol ‘âşık gözetdi çehre-’i Halik 

       Ne dünyâ sevdi ol sâdık ne ‘ukbâya nazar kıldı

O öyle bir âşıktı ki; bütün yaratılmışı Allah’ın emaneti onun ilahi lütfunun bir tecellisi, aynası gibi kabul etti. Dünyayı sevmedi termetti, hatta ahirete de nazar etmedi.) 

Dünya zevkleri, içimizde çırpınan pek çok ihtiraslarımızın habercileridir. Zevkler gıdıklandıkça, emellerimizi artırır. Fazlalaşan emeller, elemleri de beraberinde getirir. Müslümanın mal, mülk, mevki ve rütbe ihtirası, onu Hak’tan uzaklaştırır. İhtiraslar başkalarının kapısına yüz sürme alışkanlığı kazandırır. Emelperest olmak insanı dünyaya bağlar. Nefsi doyurmak mümkün olmadığı için, onun beslenmesine yarayan emellerin de sonu yoktur. Her emel, sonunda bir elem meydana getirir. Bu yüzden emele, elem bozuntusu denilmiştir. Zühd, nefsin dünyaya iltifat ettiği, kalbin ona meylettiği ve kişinin dünyalığı arzu ettiği anda, mücahede ile dünyadan yüz çevirmektir. Buna mütezehhid denir, zühdün başlangıcı sayılır. Mütezehhid, önce nefsini arıtır, sonra heves ettiği şeyleri gönlünden çıkarır, fakat Zâhid, önce heves ettiği şeyleri gönlünden çıkarır ve sonra onu ibadetle arıtır. Kendisine nasıl Zâhid olabilirim? diye soran bir şahsa Yahya b. Muâz, “Nefsine karşı sırren yürüttüğün riyâzet bahsinde: Allah üç gün rızkını kesse kendinde bir za’f hissetmeyeceğin bir dereceye ulaştığın zaman. Bu dereceye ulaşmadığın müddetçe zâhidler meclisinde oturman cehalettir, ayrıca zâhidler arasında rezil olmaktan da emin olamazsın” şeklinde cevap vermiştir. Âhiret ehlinin dünyaya rağbet etmemeleri ilâhî bir mevhibedir. Dünyaya rağbet, gam ve kederin artmasına sebep olurken, zühd, kalp ve bedenin huzur bulmasını sağlayan bir faktördür. Zira Enes b. Malik’ten rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Hz.Peygamber (s.a.v), gayesi âhiret olanların kalbine, Allah’ın, zenginliği yerleştireceğinden, dünyanın kendisine rağbet edeceğinden, gayesi dünya olanların gözlerinin önüne fakirliği yerleştireceğinden ve iki yakasını bir araya getirmeyeceğinden bahsetmektedir. Bu anlayışın sonucu Hasan-ı Basrî, “Zühd, dünyaya karşı isteksiz olmak, dünyaya bel bağlayanlara buğz etmek ve dünyada bulunan şeylerden nefret etmektir, âhirete karşı istekli olmaktır”, derken, Ebu Süleyman Dârânî de, “Bir kalbe dünya gelip yerleşirse, âhiret oradan göç edip gider” şeklinde bir yorum yapmaktadır. Haram malın azabına, helâl malın hesabına hazır olmak kayıt ve şartıyla insan bütün dünya nimetleri ile iççice olabilir. Hırs ve ihtirasa sevk ettiği, kibir ve gurura yol açtığı, çokluk yarışına büründürdüğü için sûfîler, madde ve servete tepki göstermişlerdir. Çünkü dünya hayatına meyletmek, âhiretin unutulmasına yol açar, dünyanın kulu, şehvetlerinin esiri yapar. Yine, erken dönem sûfîlerinden Fudayl b. İyâz:“Allah, şerrin tümünü bir eve doldurdu, dünya sevgisini de bu eve anahtar yaptı. Hayrın tümünü diğer bir eve doldurdu, zühdü de bu eve anahtar yaptı” demektedir.

Dünya hayatının âhiret hayatı karşısındaki kısalığına, bu dünyadaki geçici lezzetlerin aldatıcılığına, asıl ve ebed olan hayata hazırlık yapmanın gerekliliğine dikkat çekmek amacıyla Ahmed b. Ebi’l-Havârî, “Dünyaya arzu ve sevgi gözüyle bakanın kalbinden Allah zühd ve yakîn nurunu söküp atar” demektedir. (Kadir Özköse, Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yükledikleri Anlam/Tasavvufta Dünyevileşmeye Tepkisel Yaklaşım, ss.175-199,  s.180)

Kemal Ümmî’nin kaleme aldığı mersiyenin son beyitleri ve açıklamalarını vererek bu yazımızı tamamlayalım: 

35. Kanı ol vâ'iz ü nâsih Hamîd ü hâci vû sâlih

      Anun şerhini bu şârih bilün gey muhtasar kıldı

(Nerede o bize nasihatler veren seçkin insan. Salihlerin başı Eş-Şeyh el- Hacı Hamid-i Veli. Onu yeterince uzun uzun anlatabilirdim ama bu kadar özetle yetindim. Ayrıntılı olmayan, derli toplu, kısa, öz cümlelerle onu anlatmaya çalıştım.)

36. Kemâl Ümmî okır ağlar anun mersiyyesin her bâr 

       Ne kim biz diduk ol din-dâr hezârân ol kadar kıldı

(Kemal Ümmi her vakit onun mersiyesini bir yandan okur bir yandan ağlayarak gözyaşı döker. Onun dindarlığı bin kişinin dindarlığından ya da insanların bin katından daha yüksekti.) 

37. Ne var tolundısa hurşid bi-hamdi'llah kim ol mürşid 

      Muzaffer Hazretin tecdîd makamında kamer kıldı

(Allah’a hamd olsun o mürşidi kâmilin gönlünde yüreğinde manevi âleminde ne var edeyse, nefisle mücadelede zafere erişecek olan halifesine kemer olarak verdi.) 

38. Nebi’nün Hicretinden bil sekiz yüz on beşinci yıl 

       Berât düninde ol fâzıl bu menzilden sefer kıldı

(Peygamberimizin hicretinin 815. Yılınada (Miladi 1412’de) berat kandilinde, fazilet menbaı zat-ı muhterem bu dünyadan ahirete sefer eyledi.) 

39. Hiç öldi sanman ol Pîr'i bilün kim diridür diri 

       Zihî merhûm yol şîri ki meydânda hüner kıldı

(Şeyh Hamid-i Veli hazretlerini öldü sanmayın, onlar diridir, şahitler ve âşıklar ölmezler. O aslan yürekli öyle bir kahraman kimse idi ki, maneviyat meydanındaki hüneri onu ölümsüz kılmıştır.) 

Şeyh Hamid-i Veli hazretleri kendi şiirinde şöyle buyurur: 

  “Diriyiz dâim, ölmeyiz

Karânularda kalmayız

Çürüyüp toprak olmayız

Bize leyl ü nehâr olmaz”

Bu dörtlükte ifade edilen düşünce, ahiret hayatını düşündüğümüzde insanın aslında ölümsüz bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Ölüm, sadece mekân değişikliği anlamına gelir. Bu anlam, tasavvuf edebiyatının önemli isimlerinden Yunus Emre'nin “Ten fânidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez / Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” dörtlüğünü hatırlatır.

Hazret, devamında Allah dostlarının manevî karanlıklar içinde kalmayacaklarını, ölümden sonra çürüyüp toprak olmayacaklarını ve gece ile gündüz arasında bir farkın olmadığını ifade eder. Dörtlükte, “-mayız/-meyiz” redifiyle yarım kafiye kullanılmıştır. “Leyl ü nehâr (gece ve gündüz)” kelimeleri arasında ise tezat (zıtlık) sanatı bulunmaktadır.

Yine bir başka dörtlüğünde: 

“Bizim gülşendeki güller

Dururlar tâze solmazlar

Hazân olup dökülmezler

Zemistân ü bahâr olmaz”

dörtlüğünde Şeyh Hamid-i Veli, yaşadığı yerlerde (dergâhta) güllerin hiç solmadığını, mevcut canlılıklarını daima koruduklarını, sonbaharda yapraklarını dökmediklerini, kış (zemistan) da dâhil olmak üzere her mevsimin güzel olduğunu söylüyor. Buradaki mekânın tasavvuf çevresi olduğu, âşıkların iri ve diri oldukları belirtiliyor. Allah’ın adının anıldığı, onun emir ve yasaklarına riayet edildiği yerlerde huzursuzluk olmayacağı vurgulanıyor. Böylesine munis bir ortamda ruhlar da tabiî olarak huzura ve sükûna ererler.