Musa Tektaş


ŞEYH HAMİD-İ VELİ HAZRETLERİNİN ARDINDAN DÖKÜLEN GÖZYAŞI

KEMAL ÜMMÎ’NİN ŞEYH HAMİD-İ VELİ MERSİYESİ-3


ŞEYH HAMİD-İ VELİ HAZRETLERİNİN ARDINDAN DÖKÜLEN GÖZYAŞI

Hacı Bayram-ı Veli ile yakın münasebetleri olan Kemal Ümmî’nin, Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin irtihalinin ardından yazmış olduğu mersiyesinin 10-15. beyitlerinin açıklamasıyla yazımıza devam ediyoruz: 

10. Yir ü gökler kamu ‘âlem anunçun tutdılar mâtem 

      Melâyik cinn ü hem âdem figân u nevhalar kıldı

 

(Yerde ve gökteki bütün âlemler ve içindeki yaratılmışlar,  Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin vefatıyla matem tuttular, ağıt yaktılar. Melekler, cinler ve insanlar ağlayıp feryat ederek ardından üzüntüyle yasa büründüler.)

 

Osmanlılar matem geleneğini bir merasim gibi değerlendirip yaşatmışlardır. Öyle ki Fatih'in oğlu Şehzade Mustafa'nın ölümü üzerine şehzadeyle aralarında sorun olan Vezir Mahmut Paşa'nın koyu renk giyme geleneğine uymadığı için idam ettirildiği aktarılmaktadır. Bu dönemin sosyal dokusunu yansıtan klasik Türk edebiyatı metinlerinde bu doğal acının geleneksel anlatımı genellikle mersiye formunda yerine getirilmektedir. “Şairler değer verdikleri kişinin ölümüne canlı cansız her şeyin yas tutmasını istedikleri için gök cisimleri, tabiat ve onda yer alan bitkileri bu üzüntüye ortak etmişlerdir.” Mersiyelerdeki benzetme ağırlıklı bu ağıt formu dışında da mesneviler başta olmak üzere divanlarda şiven, matem, sagu sağmak ve yas tutmak eyleminin farklı nazım şekillerinde kullanıldığını görmekteyiz. Yapılan araştırmalar sonucunda klasik Türk edebiyatına yansıyan matem şekillerinin esasta renk ve şekil bakımından ilk Türk metinleri ile ortaya konan eski yas geleneklerimiz ile sıkı bir ilişki içerisinde olduğu görülmektedir.

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ölüler için ağladığı ve ağlayanlara da engel olmadığı, oğlu İbrahim'in ölümü dolayısı ile ağladığına ilişkin hadislerden anlaşılmaktadır. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ruhunu teslim etmek üzere olan oğlu İbrahim’in yanına girince gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Bunun üzerine Abdurrahman İbni Avf:

- “Ey Allah’ın Resûlü! Siz de mi ağlıyorsunuz?” diye sordu. Hz. Peygamber ona:

- “Ey İbni Avf! Bu gördüğün gözyaşları rahmet ve şefkat eseridir” cevabını verdi. Sonra şunları ilave etti:

-“Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz ancak Rabbimizin razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim! Seni kaybetmekten dolayı gerçekten üzgünüz.” 

Bugünün kentli toplumlarında bile kendini gösteren yas tutma şekilleri genel olarak Anadolu toplumu için "açık renkli elbise giymeme, fazla yememe, radyo-tv gibi araçları kullanmama, sakal tıraşı olmama, düğünlere katılmama" şeklinde görülür ve ölüm anı ile başlayıp kişilerin toplumsal statülerine göre değişiklik arz edebilmektedir. İslam dininde yas olmamasına karşın, eski geleneklerin devamı olarak yas, kırsal kesimlerde bir yıl ve daha fazla sürebildiği gibi genel olarak kırkıncı gün yastan çıkış günü olarak kabul edilmektedir. Bugün için büyük ölçüde toplumun beklediği bir ödev olmaktan kurtulduğu için görsel yansıtıcılarından arınmış olan yasın kültür taşıyıcısı olan dilde yer alan delilleri, onun ne şekilde icra edildiğine ışık tutmaktadır. Özellikle deyimler, tanıklık ettiği kültür tarihi ile bize yasla ilgili çeşitli çağrışımlar sunmaktadır. “Yaka yırtmak, yanıp ağlamak, yanıp yakılmak, yere kapanmak, yüreği kararmak, yüreğine ateş düşmek, yüreğini dağlamak, yüzüne kara yakmak, yüzünü yırtmak, taşlarla döğünmek, saçını başını yolmak, saçını çözüp ağlamak, saçını sakalını yolmak, başını gözünü yarmak, oda yanmak, başını döğmek, başına toprak koymak, külahını yere çalmak, karalar bağlamak, karalar giymek, kara yas tutmak, kara çullara girmek, döğünüp ağlamak, ciğerini dağlamak, başını taştan taşa çalmak, baş açıp ağlamak, baş bağlamak, bağrına taş basmak” ve daha pek çok deyimi oluşturan bu geleneğin bu toplumun yas tutma adet ve törenlerinin birer kanıtı olduğu şüphesizdir. 

Mateme ait bugün için de karşılaşılan pek çok durumu, klasik Türk şiiri metinlerinde de görmekteyiz. Bir ölüm sonrası töreni olarak klasik Türk şiiri metinlerinde karşımıza çıkan matemin dönemlerine göre ortaya çıkan özelliklerin ölen kişinin yakınları tarafından yerine getirilen bir görev olduğu için matemden kimsesizlerin mahrum kaldığı anlaşılmaktadır. Ölenin yakınlığı ve uzaklığı, genç ve yaşlı oluşu, erkek ve kadın oluşu, kişiliği, toplumsal yeri, çevresi, sayılıp sevilmesi, ölüm şekli ve baş sağlığına gelenlerin azlığı ve çokluğu matemin süresini ve seviyesini etkileyen unsurlar olarak ele alınmaktadır. (M. Esat Harmancı, Klasik Türk Şiirinde Matem Şekilleri, Osmanlı Araştırmaları XXVI, ss.333-337, İstanbul, 2005.)

 

11.Bu kamu sûfi miskinler kılur nâle vü nefrînler 

      Firakı cümle mü’minler gözin pür-hûn u ter kıldı

(Bütün müritler üzüntü ile kendilerini ifade edecek şekilde dillendirdiler. Ayrılığın acısı mü’minlerin gözünden kanlı-tuzlu yaşlar döktü. Gözyaşıyla firakın ateşi sinelerini yaktı.)

 

12.Müridler âh idüp ağlar muhibler yüreğin tağlar

     Anun derdi kamu sağlar kulubun hasta ter kıldı

(Gönül bağlıları ah çekerek ağladılar, sevenleri yüreğine taş bağladılar. Vefat haberini duyan sağlar hasta oldu, sıkıntıya düştüler.)

 

Duyguların suyu diyebileceğimiz gözyaşı; ayrılık, hasret, yalnızlık, çaresizlik, sevinç gibi duyguların oluşturduğu yoğunluğunun ifadesi olarak dışa yansır. İnsanoğlunun tepkilerini ifadede özel bir yere sahip olan gözyaşının dinî ve tasavvufî hayatta da önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Kur'an-ı Kerim'de değişik yerlerde az gülmek, çok ağlamak tavsiye edilir. İnce ve hassas kalp övülürken, kaba ve duygusuz kalp taşa benzetilerek yerilir. Hz. Peygamber'in sık sık ağladığı ve ağlamayı teşvik ettiği, sahabelerin de sık sık gözyaşı döktükleri bilinmektedir. Hz. Âdem, işlediği zelleden dolayı yeryüzüne indirilince pişmanlık gözyaşlarıyla Allah'tan af diler. Hz. Yakub, oğlu Yusuf için o kadar çok ağlar ki sonunda gözlerinden olur. Hz. Davud'un günlerce ağladığı rivayet edilir. Hassas kalpliliğin ve devamlı mahzun olmanın bir bakıma düstur sayıldığı tasavvuf düşüncesine mensup ilk zahid ve mutasavvıflar arasında çok ağlama sebebiyle meşhur olmuş kimseler vardı. 

Gerçek âlemde yaşanan sıkıntıların ifadesi olan gözyaşı; şairin muhayyilesinde gözpınarlarından dökülen tuzlu ve ılık bir su olmaktan çıkıp zihinde görsel ve işitsel çağrışımlara yol açan bir estetik bir objeye dönüşür. Mübalağa ve benzetme sanatlarının belirgin olduğu bu beyitlerde gözyaşı; çokluk, süreklilik, şekil, kıymet ve renk ilgisi göz önünde bulundurularak işlenir. Kan rengine bürünür. Gözyaşı; sevgili için döküldüğünden ve şekil özelliğinden dolayı, âşığın en kıymetli varlığı, sermayesi olarak düşünülür. Bu nedenle gözyaşı, "sîm, güher, sadef, hızâne, taht-i 'ac, tahtı revân" gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Şairdeki gözyaşı, içtenlik ifadesi olduğu için ciğer veya gönülden çıkmakta, göz sadece onun aktığı bir pencere olmaktadır.

Müminlerin vasıflarından biri de yumuşak kalpliliğin ifadesi olan gözyaşıdır. Hz. Peygamber'in ve İslam büyüklerinin çeşitli vesilelerle gözyaşı döktüğü vakidir. Ağlayan göze sahip olmayanın imanından şüphe edilir. Sevgili için dökülen yaşlar bu dünyada çilenin ifadesi olsa da, ahirette bunun mükâfatı alınacaktır. Gözlerinden seller akıtan âşık, ahirette buna karşılık bulamayınca gözyaşlarıyla adeta mahşer alanını sele verecektir. Çünkü dünyadayken çektiği sıkıntılara ve halkın kınamalarına aldırmayan âşığın yegâne gayesi Hakk'ın rızasını kazanmaktır: Sevgilinin dışındaki her şey -masiva-, canı canandan ayıran kesret olduğuna göre âşık, hem hariçteki alakalardan hem de kendi benliğinden kurtulmak zorundadır. Ağlayan gözden akan kanlı yaşlar, âşığı maddeden arındırdığı gibi, arınan şairin gözünde kesret tabakası da önemini yitirmiş olmaktadır.

Çoğu zaman kanlı ve taşkın gözyaşları döken ve hüznü kendisine şiar edinen şairde sevinç gözyaşlarına rastlayamayız. Çünkü o, bu dünyanın zevk ve eğlence mekânı değil, ayrılık ve dert diyarı olduğu görüşündedir. Yine bazı beyitlerde de samimi ve hassas kalpli bir müminin; pişmanlık ve Allah korkusuyla dökülen gözyaşlarına şahit oluruz. (Bahir Selçuk, Fuzûlî'de Gözyaşı, Ekev Akademi Dergisi Yıl: 9 Sayı: 25 (Güz 2005), ss.233-246.)

 

13.Anun odı kaçan söyne gerek kim cân u dil göyne 

     Kim ol yar meskenin beyne't-türâb ü ve'l-hacer kıldı

(Onun ayrılık ateşinin yaktığı yürekteki ateş sönmez, can ve gönül o ateşle yanıp durmaktadır. O sevgilinin artık mekânı toprak olmuştur. Toprak arasında kaldı, taşa toprağa belendi, mezarına ayağına başına taş dikilmiştir.)

 

Toprak, Divan şairlerinin dilinde daha çok “hâk” ve “türâb” şeklinde kullanılır. Saflığın ve temizliğin ve en aşağıda bulunduğundan mezellet, ednâdan ednâ vb. sözlerle tevazuun, kibri silmenin sembolü olarak kullanılmasının yanında sevgilinin veya memduhun (övülen kişinin) ayağının değmesiyle o, en yüksek bir değeri kazanmış olur. Hatta bazı beyitlerde, böyle bir toprak, kıymet itibariyle âb-ı hayat ile eşdeğerde görülür. Kinayeli olarak çeşitli kavramlarla birlikte tevekkülle ilişkilendirilerek kullanılan ve tasavvufi olarak da ele alınan toprak, mezara ve değersiz nesnelere de benzetilmiştir. Toprak, “fena toprağı” yani yokluk olarak da kullanılır. Bazen de “hatt-ı gubâr” olarak tasavvur edilen sevgilinin yanağındaki veya dudağının üstündeki ayva tüyleri, tasavvuftaki “sır” ile ilişkilendirilir. Sevgilinin mahallesi, yaşadığı yer, kapısının eşiği sürmenin söz konusu olduğu yerlerde ilk olarak karşımız çıkan mekânlardır. Maşuka kavuşma yolunda bir vasıta olan toprak, âşığın bedeninin söz konusu olduğu yerlerde âşıklık alametine işaret edecek şekilde kullanılır. Hz. Meryem, rakîb, nerrâd, sünbül, saç, safha ile ilgili tasavvurlarda yer alır. Zindana teşbih edilebilir. Âşık bazen Mecnun olur ve bâd-ı sabâdan, Leylâ’nın memleketinden kendi mezarına toprak getirmesini talep eder. 

Sevgilinin ayağının toprağına düşen âşık gerektiğinde bunun sevgili tarafından hazine olarak görülmesi gerektiğini üstü kapalı bir tehditle söyler ve serveti ayağıyla itmemesini ister. Memduhun (övülen kişinin)  ayak toprağı, meleklerin başında övünç tacı olarak kalır. Âşık onu, iki dünyada da yanına almak ister. 

Divan şiirinde toprağın ölüm ile ilişkilendirilerek ele alındığını da görürüz. Âşık, mezar toprağında servi ağacının bitmesini ister. Toprak, bütün dünya zevklerinin geçici olduğunu ifade eder ve ölüm gerçeğini hatırlatır. Hz. İsa, toprak altında yatanlara nasıl can verdiyse sevgili de dudağı ile âşıklara can verir. Ayrıca toprak bu meyanda; Hz. Ali’nin lakabı olan Ebû Türâb; âşığın kâse şekline getirilmiş olan toprağının sevgili tarafından öpülmesinin talep edilmesi; nefis ile ilgili olarak ele alınması; âb-ı hayât; âşığın, mezar toprağına sevgilisinin basmasını istemesi; âşığın özünün toprak olduğunu hatırlaması, “ölmeden önce ölmesi”; şehitlerin kefenlenmeden defnedilmesi; âşığın sevgili yolunda toprak olduğuna işaret eden vücudundaki tozların yıkanmamasını istemesi; âşığın mezar toprağından etrafa güzel kokular saçılması; aşktan toprak olan âşığın ıstırabının, gökten yağan ateş olarak anlatılması; bütün methe layık özellikleri bünyesinde barındıran sevgili kadar güzel olduğunu iddia edenlerin sonunun, başına toprak koymak olması; toprağın, tasavvufi açıdan ele alınarak dünyayı, masivayı ifade etmesi; düşmanın gözünün memduhun  (övülen kişinin) atının yerden kaldırdığı toprak ile dolması ve bu şekilde düşmanın alt edilmesi; şairin, sevgilinin ayağının tozuna yüz sürmeyenleri bir kimsenin belaya uğramasını, yokluk içine düşmesini, âciz kalmasını, ölmesini, hatta ölümden beter hâle gelmesini istemek anlamlarında kullanılmıştır. 

Sevgilinin ayrılığı ve ondan uzak kalmak âşığın ölüp toprak olma sebebidir. Bu nedenle “ölüm-toprak” ilgisi sık dile getirilir. Âşık ölüp toprak olduğunda mezarının üzerinde biten otlar ya da ağaçlar onun sevgiliye olan aşkını ve özlemini anlatırlar. Servi boylu sevgilinin gölgesi de ancak âşık öldüğünde mezarını ziyarete gelirse onun mezar toprağı üzerine düşer. Hiç olmazsa mezarına dikilecek servi ağaçları da âşık için sevgilinin gölgesinde olmak anlamına gelir. Âşığın sevgiliye ulaşma yolları arasında topraktan yapılan nesneler de aracı durumundadır. Topraktan yapılan su testisi, kâse ya da kadeh aracılığıyla -bu toprak genellikle âşığın mezar toprağıdır- âşık sevgilinin elini öpme ya da dudağına ulaşma fırsatı bulur. (Muhittin Turan, Divan Şiirinde Toprak Motifi, Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, 2019, Cilt: 12, Sayı: 26, s. 468-487.)

14.Kanı ol sûfi vû safî şehîd û câhid ü vâfi

      Yürütdi emr-i ma'rûfı şu resme kim ömür kıldı

(Nerede o gönlünün dünyadan ve kirlerden temizleyip saf hali getiren ehli tasavvuf, Allah için mücahede edip can veren cihad ruhlu sözünde duran vefa ehli. O hayatı boyunca Allah’ın emirlerini hem yaşadı hep yaşantısı için bu şekilde gayret etti, bütün ömrünü bu hizmete adadı.)

 

15.O nehyi münkeri mutlâk ne sürdi şer‘ile saddak

     ‘Adûlar boynına ol Hak sözi tîğ u teber kıldı

(O yasaklanan, Allah’ın emrinin dışında olan ne varsa, bunların hepsine karşı çıktı, hayatını şer’i ölçüler içerisinde yaşadı dini kurallara sadakatle bağlı kaldı. Din düşmanlarının başına sözleri kılıç gibi, balta gibi indi.)

 

İyiliğe, doğruluğa ve yararlı olan şeylere çağırmak, toplumun yararına, insanların iyiliğine olan şeyleri tavsiye etmek, toplumun zararına olan şeyleri yasaklamak ve toplumun bütünlüğünü bozmamak, ayrılık çıkarmamak gibi önemli işler bu prensibin kapsamına girmektedir. Bir Kur'ân terimi olarak kısaca, “iyilik” diye ifade ettiğimiz “ma’rûf”, sözlükte “bilinen, tanınan, benimsenen şey demektir. Münker ise; tasvip edilmeyen, yadırganan, görülmesinden veya yapılmasından sıkıntı duyulan şey demektir. Ma’ruf teriminin câhiliye döneminde “iyilik, ikram, gönül okşayıcı söz ve davranış anlamında da kullanıldığını biliyoruz… İslâmi bir terim olarak Kur’an-ı Kerim ve hadisi şeriflerde yer alan ma’ruf ve münker kavramları eski anlamları korunmakla birlikte kapsamlarının değişip genişlediği görülür. Bu cümleden olmak üzere bazı âlimler, hadislerde de kullanılış biçimlerinden hareketle, "Maruf; Allah’a itaat sayılan, ona yakın olmayı sağlayan, insanlar için iyilik olarak kabul edilen ve dinimizce değer verilen bütün güzel tutum ve davranışları ifade eder" demişlerdir.4 Yine, İmam Gazali daha geniş bir bakış açısı ile İslam dininin getirdiği, hayat tarzına, görgü kurallarına uygun olan söz ve davranışlar maruf; uygun olmayanlar da münker olarak saymıştır. Kısaca, maruf’tan maksat, Allah’ın emir ve tavsiye ettiği söz, fiil ve davranışlardır, diyebiliriz. Buna göre, maruf’un farz, vâcip, nafile ve mendup hükmünde olan her ameli içine almaktadır. Mesela beş vakit namaz, zekât, sadaka, gibi belli ibadetler ile anne-babaya iyilik etmek, insanlara iyi geçinmek de maruf kapsamında yer alır. Kısaca, ma’ruf, hayrın, faziletin, hakkın ve adaletin kendisidir. Rasûlullah’ın emrettiği her şeydir. Dinde ve insanların adetlerinde kötü olmayan şey, nefsin kabul edip sükûn bulduğu, aklen ve dînen güzel olduğu kabul edilen söz ve davranış, iman, taat, insanların genel düşünce çerçevesinde aklın kabul edip reddetmediği şeylerdir. Aynı şekilde, münker de, hırsızlık, zina, iftira, cana kıymak, gıybet ve dedi kodu yapmak gibi açıkça yasaklanan işler ile insan tabiatının hoş karşılamayacağı, toplumun ve bireylerin huzur ve sükûnuna zarar verecek her türlü söz, davranış ve işleri kapsamı içine alır.

"İyiliği emretme, kötülükten sakındırma" şeklinde ifade ettiğimiz emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker görevi, fert, aile ve toplumun güven ve huzuru için hayâtî önemi haizdir. Hoşgörü adına toplumdaki kötülüklere müdahale etmemek ve vurdumduymaz davranmak, toplumun fesadına sebep olur. Bundan kötülüğe katılan, katılmayan herkes zarar görür. Sözgelimi hırsızlık yapanı görüp "bana ne deyip" gerekli müdahaleyi yapmayan, ilgilileri haberdar etmeyen kimse sorumlu olur, bu hırsız bir gün bu kimseye de zarar verebilir. Birlikte yolculuk yaptığı gemiyi delen sorumsuz insana oradakiler müdahale etmezlerse, gemi batar ve hepsi birlikte zarar görürler. Emr-i bi'l-ma'rûf; iyi, güzel ve yararlı olan her şeyi, İslâmî bütün güzellikleri kapsar. Nehy-i ani'l-münker ise kötü, çirkin ve zararlı her şeyi, İslâm'ın bütün yasaklarını içerir. Bu görev, toplumda oto kontrol sistemidir. Toplumun iyiye gitmesinin, fitne ve zarardan korunmasının temel yapı taşıdır. Bu görevi yapan insan; samimi, ihlaslı ve dürüst olmalı, bu görev sadece Allah rızası için yapmalıdır. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkeri yerine getirenlerin hiçbir maddi beklentisi olmamalıdır. Çünkü onun maddî ve manevî gıdası ihlas ve samimiyettir, Allah rızasıdır. (Mehmet Kaya Kurt, Emr-i Bi’l-Maruf ve Nehy-i Ani’l-Münker, https://webdosyasp.diyanet.gov.tr.)