Musa Tektaş


Hacı Gözütok ile röportaj


Kısaca özgeçmişinizden bahseder misiniz?

1945 yılında, Darende´nin Yenice beldesinde dünyaya geldim. Çocukluk safhasından sonra gençlik yıllarım da Yenice´de bağ-bahçe işleriyle geçti.  Daha sonra babamla beraber, Adana´da çerçilikle gurbet hayatımız başladı. 1969 yılının Mayıs ayında Sivas´a geldim. 3 sene bir hemşerimizin dükkânında tezgâhtarlık yaptım. 1972´de Darende Pazarı´nda tezgâhtar olarak çalışmaya başladım. 1972´den 1988 yılının sonuna kadar Darende Pazarı´nda ticaretle iştigal ettim. 1988´in sonunda Darende Pazarı´ndan ayrıldık. Allah rahmet eylesin, Sabit Akyol, Haki Akyol, Zülkarneyn Yıldırım üç ortak olarak işletme sahipleriydi. 1975´te,  elde edilen karın % 10´nu bana veriyorlardı. Ben bu kar payıyla çalıştım. Zülkarneyn Yıldırım 1980´de ayrılınca benim hissem % 20 oldu. 1981´de Sabit Akyol, Darende Pazarı´ndan ayrılınca o zaman Haki Akyol, Nuri Akyol ve biz beraber üç ortak olarak ticarete devam ettik. % 30 kârdan hisse payı verdiler. 1981´den 1988 sonuna kadar Darende Pazarı´nda idik. 1988 yılının sonunda biz Darende Pazarı´ndan ayrıldık.  Oradan hissemizi aldık ve çocuklarla beraber Zeki Pazarlama´yı kurduk. 1989´dan bu yana Sivas´da gıda sektöründe aile şirketi olarak çalışıyoruz. 1992 yılında emekli oldum. Evlatlarım ticarete Zeki Pazarlama´da devam etmektedirler.

İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s.) ile ilk tanışmanız nasıl oldu?

İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hazretleri´yle ilk defa Sivas´ta görüştük. 1969 yılı Mayıs ayının 15´inde Darende´den geldiğimiz zaman İsmail Hakkı Efendimiz hayatta idi, müşerref olduk. Sahra sohbetlerine katıldık.

Bir gün Yılankırkan denilen mevkide sahrada öğle ikindi arası oturuyoruz. İhvanda çok kalabalık ve İhramcızâde Efendimiz sohbet buyurdular. Zonguldaklı Hafız Hasan isimli bir arkadaş Es- Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)´nin,  ?Zehi devlet ki şol kurb-i Rabbü´l-âlemin olmuş?  mısraıyla başlayan gazelini okudu. Bu ilahiyi okuyunca İsmail Hakkı Efendi  (k.s.) ?Aferin oğlum, güzel okudun.? diye buyurdu. O hafız da ?Efendim himmetiniz var olsun.?  diye cevap verdi. Daha sonra İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s.) şöyle devam etti: ?Gardaşlarım bu Hulûsi Efendi;  Darendeli Hatip Hasan Efendi´nin oğlu Hulûsi Efendi´dir. Biz onları sevdik onlar da bizi sevdiler. Füyuzat-ı ilahî Darende´den akıp geliyor.? buyurdu. İhramcızâde Efendimizin oradaki bulunan kalabalık ihvan-ı yârana vermek istediği özlü bir mesajı vardı. Altı çizilecek iki önemli husus var bu kelamda.

Birincisi ?Biz onları sevdik onlar da bizi sevdi.? buyurmasında çoğul olarak şu mana çıkıyor: Rasûlullah (s.a.v.)´ın temiz neslinden, o haneden, bu ecdattan, bu evlattan kıyamet sabahına kadar mürşid-i kâmil eksik olmayacağının müjdesini verdi. Dolayısıyla biz de füyuzat-ı ilahiyeyi oradan alıyoruz. Çünkü bunlar Allah Rasûlü´nün evlatları demek suretiyle;  Sivaslı Pirimiz sadat-ı kiramdan olan Hulûsi Efendi (k.s.)´nin meth-i senasını yaptı, ondan övgüyle bahsetti.

Somuncu Baba Hazretleri´nden yani 600 küsur sene öncesinden, Es-Seyyid Hatip Hasan Efendi´ye gelinceye kadar;   oradan da Hulûsi Efendi Hazretleri, H. Hamidettin Ateş Efendi vasıtasıyla günümüze kadar devam etmiş, inşallah kıyamete kadar da bu kapıdan devam edecektir. Bu altın nesil insanlık için, canlı mahlûkat için, Darende için bir rahmet kaynağıdır. Allah bu gönül sultanlarının yokluğunu vermesin.

İhramcızâde Hazretleri´nin Darende´yi teşrifleri ile ilgili neler anlatabilirsiniz?

Es-Seyyid Hatip Hasan Efendi bir rüya görmüş. Rüyasında büyük bir meydanda, çok büyük bir kalabalığın içinde büyük bir zat vardır. Ayağı arzda, başı arşta olan o büyük insanın yanına varıp elinden tuttuğunda müşahede etmiş.  Ve bu duyguyla beraber rüyadan uyanmış ve buyurmuş ki: ?Bu rüya küçük bir rüyaya benzemiyor ama dur bakalım Cenab-ı Mevlâ ne gösterecek.? demiş.  Rüyasını da kimseye söylememiş. Allahu a´lem zannediyorum, 1925 yılının Nisan veya Mayıs ayları imiş.  İhramcızâde Efendimiz Darende´yi teşrif etmiş. İhramcızâde Efendimiz: ?Şeyh Hamid-i Veli Camii´ne gidelim.? buyurmuş ve cami-i şerife gelmişler.

Bu arada Hatip Hasan Efendi´de haber alınca, camiye gelmiş. Cami avlusunda İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi´yi görünce rüyası aklına gelmiş. Rüyasında gördüğü başı arş da ayağı arz da olan zat olduğunu farkına varmış. Hemen eline kapanmış. İhramcızâde Hazretleri´nin ilk sözü şu olmuş: ?Hatip Efendi gardaşım, rüyanızı ilk önce siz mi söyleyeceksiniz yoksa biz mi söyleyelim? Sizi ecdadınızdan teslim aldık.? deyince, gözyaşları içerisinde İhramcızâde Efendimizle sarmaş dolaş olmuşlar. İhramcızâde Efendimiz: ?Hatip Efendi burada başka kimse var mı, diye sormuş. Dışarda, eskiden kabristanlığın önü kapalıydı. Orası kütüphane idi, orada peyke vardı. O peykenin olduğu yerde de, Hulûsi Efendi Hazretleri duruyormuş. Hatip Hasan Efendi demiş ki: ?Efendim, burada sadece evladım Hulûsi var, başka kimse yok.? Bunun üzerine Sivaslı Pir Efendimiz: ?Hatip Efendi, biz de zaten Hulûsi için buraya geldik.? buyurmuş. Yani tâ o zaman Hulûsi Efendi Hazretleri için geldiğini Hatip Efendi´ye ifade etmiş. İhramcızâde Hazretleri´yle ilk görüşmesi bu şekilde olmuş.

Sizin Hulûsi Efendi Hazretleri´yle ilk tanışmanız nasıl oldu. İlk defa nerede görüştünüz?                    

İlk görüşmemiz Darende İmam Hatip Okulu´nun temeli atılmadan önce 1963´te Yenice´yi teşrif ettiler. Bizim hatim memuru Kunduracı Hacı Mehmet Berçin idi. Hulûsi Efendi (k.s.) orayı teşrif etti. Sohbette oturuyoruz. Bir hayır hizmeti için yardım toplanıyor. Kimisi servi ağacı, kimisi kavak ağacı veriyor;  kimisi de nakdi yardım yapıyordu. Ağacı ve parası olmayanlar da;  ?Beş-on gün gelelim bedenî olarak çalışıp hayırda bulunalım.? dediler ve liste yapıp imecede bulundular. Sohbette Hulûsi Efendi Hazretleri: ?Gardaşlarım, Allah şahit ki, bu verdiğiniz kerestelerden, kavaklardan, servilerden dişimizi kurcalamaya bir çöp dahi almıyoruz.? diye buyurdu. Burada Hulûsi Efendi Hazretleri´nin hassasiyeti ortaya çıkıyordu.

1964 senesinde Elbistan´ı teşrif ettiler. O zaman Elbistan´da hatim memuru Helvacı Ali Efendi vardı. Onun evinde akşamüstü sohbet oldu. Yardım için makbuz çıkartıldı ve herkes kendi gücü miktarınca yardımda bulunup makbuzunu alıyordu. O günün şartlarına göre iyi bir meblağ yardım toplandı. Hulûsi Efendi (k.s.) çok memnun oldu. Yalnız sohbette Efendi Hazretleri´nin sağ tarafında oturan İbrahim Emmi isminde, çok gariban, piri fani yaşlı ve çok fakir bir ihvan abimiz vardı. İnanın sabah yemeği yese akşama ne yiyeceğim diye düşünecek kadar fakir bir ihvandı. Oradaki bulunan ihvanlar, herkes durumuna göre yardımda bulunuyordu. İbrahim Emmi de cebinden cüzdanını çıkardı. İçinde sadece on lirası vardı. On lirayı çıkartıp masasının üstüne parayı bıraktı ve ?Efendim on lirada benden olsun.? diye söyleyince Hulûsi Efendi Hazretleri onun gariban olduğunu biliyordu. Ona dönerek buyurdu ki: ?İbrahim Emmi bu on liranı aldık kabul ettik ve bunu sana hediye ediyoruz.? diyerek parayı geri iade edince;  İbrahim Emmi orda çok duygulandı ve dedi ki: ?Efendim ben fakir olduğum için mi böyle yapıyorsunuz?? diye ağladı.  Hulûsi Efendi Hazretleri çok duygulandı ve arkasından: ?Peki İbrahim Emmi aldık kabul ettik. İbrahim Emmi´ye on liralık bir makbuz kesin de verin.? buyurdu. O herkesin imkânına göre hizmetlere yardımcı olmasını, herkesin bir tuğlasının bulunmasını sağladı.

İlim ehline nasıl davranırdı. Bu minvalde bir hatıranız var mı?       

Yine başka bir hatırada Elbistan ulemalarından Hacı Bektaş Hocaefendi vardı. 95 yaşlarında, gözlük takmadan kitap okuyabilen bir âlimdi. Yüzlerce talebesi vardı. Elbistan´da ender yetişen ulamalardan birisiydi. O talebelerine Arapça ders veriyordu.  Elbistan´ın tarihî bir ulu camisi var. O cami iki sene tamiri/restorasyonu sebebiyle ibadete kapalı kaldı. Restorasyonu bitmiş ve Cuma namazında açılışı yapılacaktı. O günde Hulûsi Efendi Hazretleri ile Elbistan Ulu Camii´ne gittik. Caminin dört tane çok kalın sütunları var. Minberin yanındaki sütunun yanına Efendi Hazretleri oturdu. Biz de civarına oturup saf tuttuk. Bir baktık ki Bektaş Hoca talebeleriyle beraber geldi. İçeri girince talebelerinden birisi: ?Darendeli Hulûsi Efendi (k.s.) burada.? dedi. Bektaş Hoca da 95 yaşında pir-i fani ve yaşı dolayısıyla beli iki büklüm olmuş, aynı dal harfi gibi bir insan. Elinde de bastonu var. O talebesi kulağına eğilip öyle deyince, elinde ki bastonunu kaldırıp bir kenara attı adeta bir genç gibi hareket ederek: ?Ya nerede Seyyid?? diye caminin içinde aramaya başladı. Dediler ki: ?Hocam minberin yanındaki sütunun dibinde oturuyor.?   Hulûsi Efendi Hazretleri´nin oturduğu yöne, ön tarafa doğru genç delikanlı gibi hızla yürümeye başladı. O arada Hulûsi Efendi Hazretleri ayağa kalktı, Bektaş hocayı karşıladı. Hocaefendi yaklaşınca -Seyyid Pirimize çok hürmetli bir şekilde yaklaştı. Efendi Hazretleri´nin eline uzandı. Ancak Hulûsi Efendi Hazretleri onu bağrına bastı. Hocaefendi tevazu ile elini öpmek için bir yalvarıyor ki tarifi mümkün değil. Bu olaya camiyi dolduran bütün cemaat da şahit oldu. İşte böyle mütevazı, ilim sahibi olmak lazım. Kibirlenmeyen, alçak gönüllü, mütevazı bir ilim ehli olmak;  ilmiyle amel eden bir mü´min, bir Müslüman olmaya gayret etmemiz lazım. Bektaş Hoca bunun en bariz örneğini gösterdi. Bence herkeste bulunması gereken tevazu vasfı da böyle olması lazım.  Yoksa ben şöyle âlimim, ben şöyle ilim ehliyim,  edebiyatçıyım, ben şöyle zenginim gibi söylemleri çoğaltabiliriz ama burada önemli olan insanın mütevazı ve herkesle iyi geçinen bir kimse olmasıdır. Örnek bir Müslüman olması mühimdir. İnsanda kendini beğenmişlik varsa;  onun hak yanında da, insanlar nazarında da bir değeri yoktur.  İşte Bektaş Hocaefendi, bunca medrese âlimi olmasına rağmen öyle örnek bir davranış sergiledi ki, görülmeye değerdi. Yine aynı şekilde;  Hulûsi Efendi Hazretleri de ona aynı mütevazılıkla, ilim ehline, âlime karşı vermiş olduğu değer; göstermiş olduğu hâl, takdire şayan örnek bir davranıştı.    

Sohbetlerde okunan ilahiler ve Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî hakkında zihninizde neler canlanıyor.  Hatıralarınız nelerdir?

Bir Cuma sabahı kalabalık bir ihvanla Devlethane´deyiz. Cuma namazına daha vakit vardı. ?Kûşe-i vahdetimiz halvetimiz yar iledir? mısraıyla başlayan gazeli yeni yazıldığı günlerdi.  Devlethane´de yedi defa aynı sohbette okundu.  Seyyid Pirimiz başta olmak üzere tüm ihvanı yâran gözyaşları içerisinde dinledi. Yalnız ilahinin şah beyti henüz tamamlanmamıştı. O arada Ya Şeyh Muhyiddin Tütüncü Efendi de ağlar bir vaziyette:  ?Efendim Allah´ını seversen bu gazel, şah beyitsiz kalmasın buna aklen de olsa bir şey yazınız.? dedi. Bunun üzerine Hulûsi Efendi Hazretleri (k.s.): ?Ya Şeyh, ilahî ilham ile gelmeyen bir söz aklen yazılırsa, mücevher arasına gök boncuk takmış gibi olur ve sırıtır.? buyurdu. Aslında burada çok önemli bir mesaj vardı. Aklen yazılsa da kendi kelamları olarak yazıyorlar;  ilahî ilhamla da olsa kendi lisan-ı pâkinden çıkıyor. Bu işaretten de anlaşılıyor ki; Yüce Sultan yazmış olduğu ilahilerini kendi düşüncesinden değil, Cenab-ı Hakk´ın ilham etmesi ile yazdığı ortaya çıkıyor. Yani bu bizden değil, yârdan demek istiyor. Bize nasıl ilham olunuyor ise biz onu yazıyoruz demek istiyor.

 Yine bir hafta sonra Cuma günü bu ilahinin şah beyti yazıldı.