Cemil Gülseren


Karac(a)oğlan’ın kaplanı


Dünya bu. Ne tahtlar kuruldu, ne taclar vuruldu başlara. Kılıçlar kuşanıldı, anlı şanlı alaylar geçti geçitlerden. Meydanlar okundu, meydanlar doldu taştı. Meydanlar yine doluyor, boşalıyor. Tarihler ne diktatörler, krallar, sultanlar bilir. Kimi 20 yıl, kimi 30 kimi 40, 42, 46 yıl hükmetmişler ülkelerine. Hepsinin zevalini de bilir halklar, tarihler de yazar. Sonrakiler de okur.. Yine yazılır, yine okunur. Yine yenileri çıkar kürsülere, tahtlara kurulur. Eskiler yenilere terk eder istemese de yerlerini ama kanlı ama şanlı. Kim bilir kaç kez duymuşlardır şöylesi veciz sözleri kaç kez? “Zulm ile âbâd olanın ahiri berbâd olur.” Onları duymaz yapan nedir? Elbette paralar, altınlar, mücevherler, köşkler, katlar, yatlar. İnsanlar doymazlar. Kara topraklar ancak onları paklar. Paklamaz da saklar ancak. Geldikleri yere er geç bir gün dönecekler. Firavunlar, Nemrutlar, Neronlar, Sezarlar hep yenilere yerlerini bırakmışlardır. Zihniyet aynı, nefis aynı. Heves, can nefes aldıkça var olacaktır. Bitince dünya da bitmiş olur. Bu böyle bilinir. Gelenler gidenleri aratmasın da der avunur ahali.

Siz ünlü halk şairimiz Karacoğlan’ı hep güzeller sevmiş, onlar için yanmış, onlara medhiyeler, güzellemeler koşmuş biri olarak bilirsiniz. Her güzele ‘mavi boncuk’ dağıtan ozanımızın pek az bilinen bir yönünü yansıtan bir şiirinden şu üç dörtlüğü yazmadan geçemeyeceğim. Dünya malı yüzünden kırgınlıkları bilinen iki kardeşin birisi dünyasını değişir. Mevta teneşirde yunarken araları açık olan ağabey mevtanın kulağına eğilir ve söyler: “Hani ne götürüyorsun?...” Hiç unutamam bu sahneyi. Gözümle görmüş, kulağımla işitmiştim. Mevtaya cevap hakkı doğmuştu ama o hakkını ruz-ı mahşerde kullanabilecekti. İşte o en kati hakikatın iç yüzü. Karacoğlan’ın üslubuyla:

“Gözüm kaldı şu kaplanın postunda / Ezrail de can almanın kasdında

 Döne döne teneşirin üstünde / Yunmayınca gönül yardan ayrılmaz

Hadini de Karacoğlan hadini / Aramazlar gurbet ele gideni

Ak göğsün üstünde çakır dikeni / Bitmeyince gönül yardan ayrılmaz

Ehlidir hüsnüdür muhalif etme / Mekteb-i irfandan bir kadem gitme

Sana dört sözüm var sakın unutma / Bir öğren, bir öğret, bir oku, bir yaz.”

İslamiyette esastır: Ya öğrenen ol ya öğreten. Üçüncüsü sakın olma diye kesin uyarı vardır. Aşığımız ne güzel dizelerle dillendirmiş bu hatırlatmayı. Muhteşem bir mısra bu bence. Öğren, öğret, oku, yaz. Çok ihtiyacımız var. Çoğunlukla yapılan ise;  Bak, seyret, at, tut…

Takvaca makbul olan, tasavvufta olmazsa olmaz olan neydi; Ölmeden Önce Ölmek. Olmuyor işte. Ölmeden ölemiyoruz. Yoksa bu kadar kıyıcılaşabilir miydi insanlar. Makamlar, güçler, liderleri sanki ölümsüzleştiriyor iktidarları da sonsuzlaştırıyor. Haliyle her şeyi meşru saymak gafletine düşüyorlar. En başta nefis terbiyesine yönetenlerin gereksinimi var sanırım. Ne yazık ki bir de bütün bu oyunlar İslam Ülkelerinde cereyan ediyor. Halk ya tahammül ediyor, ya seyrediyor ya da bir zaman geliyor sabırlar taşıyor. Başkaldırılar başlıyor. Halkı ezmek, yok saymak, halkın gücünü küçümsemek kimseye yaramaz, yaramamıştır.  O halk bir gün gelir tacı tahtı başına geçirir. Olanların hepsi masal değil. Olacaklar da…

Olmuş ya da olacak dedik, masal dedik ancak ben yine şiir diyorum. Rahmetli Mehmet ÇINARLI’nın ONLAR şiirini sizinle paylaşmak istiyorum:

Sustuk sabırla, her şeyi öğrettiler bize. / Sevdikçe, nefret etmeyi öğrettiler bize.

Bir silkinişte ülkeye peygamber oldular, / Çektik, bütün günahları yüklettiler bize.

Bin bir düzenle saygıyı, imanı öldürüp, / İnkârı, kini, şüpheyi devrettiler bize.

Kaynarken ortalıkta cehennem kazanları, / Cennet, barış masalları dinlettiler bize.

 Bizsiz ayakta durmaya yetmezdi güçleri, / Her gün bizimle güçlenerek, yettiler bize.”

Gücü yeten yetene. Dünya bu dedik ya.