Ömer HİDAYET


Vakıf başkanımızla sılada vuslatı yaşamak


Ver Elini İstanbul

  Anadolu insanın çilesi bitmez. Erenleri ise maneviyat ikliminde, gönüller yeşertirler. İnsanımıza umut olur, her iki dünyalarını ihya ederler. Nüfusun çoğunluğunun köyde yaşadığı 1950´li yıllarda sanayi hayatı bizi şehre göçü, istemeyerek de olsa teşvik etmiştir. Artık toprak doyurmaz olmuştur. Başta İstanbul olmak üzere taşı toprağı altın bilinir, ver elini gurbetlik. At sırtında, en yakın istasyon ya da terminale ulaşılır. Bir yatak, bir yorgan, yöresel yiyeceklerden ibaret olmazsa olmaz nevaleler. Büyük şehirler, cazibe merkezi olmuştur yeni nesil için. Günlük kazanç, gelecek nesle umut vermez olmuştur. Yükselmenin ve istikbal elde etmenin başka çıkar yolu kalmamıştır. Önlerinde canlı örnekler vardır. Ev, bark, han, hamam sahibi olmuş hemşerisi vardır İstanbul´da. Onların yüzüne gülen talih kuşu, bana niye gülmesin der. Köyün ağası, akıl vereni, kara kaplı kitapların piri, umur görmüşlerin çoğu göç edince, diğer ahaliye gurbet gözünde tüter olmuştur. Yaşı askerlik çağına eren, vatani görevi yapar yapmaz bir de yavukluyu kaptı mı, gurbet kollarını açmış beni bekliyor demektir.  Bu gidişin karşısında hiçbir güç duramaz. Baba ocağı tütmez, haneler mahzun ve boynu büküktür. Bağ, bahçe, tarla, öküz, inek artık modern ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmiştir. Greyderlerle açılan yollar sadece, nahiye müdürünün tozu dumana katarak dolaşmasını sağlar. Yokluk, hangi yolun üstünde ferah feza dolaşmayı sağlar ki.  Doğup büyüdüğümüz yer artık çekilmez olmuştur,  terk edilmeye mahkûmdur. Göç eden kişi, ne ben ilkim ne de sonum diye düşünecektir. Bu hayatın karşı konulmaz mukadderatı. Böyle emreylemiş alın yazımızı yazan mübarek kalem diye teselli olur. Her neyse böyle hikâyeleri, her bir fert kıyısından, köşesinden nasibince yaşamıştır.

           Bu girizgâhtan amacım,  günümüzün usta hikâyecisi Mustafa Kutlu hocamızın, ?Beyhude Ömrüm? hikâyesinin hatırlattıklarını sizlerle paylaşmaktır. Fazlaca tesiri altında olduğumu itiraf edeyim. Anadolu tadında bir üslup, sade, yalın, anlaşılır, her kelime ve her şahıs bir bir nasibini alır hayat gerçeğinden. Acılar, alın teri, ocağı tüttürme aşkı ve sevdası, bağ ve bahçe tasvirlerinden, tipik yurdum insanın manzaralarından, kaçışı olmayan hayat hikâyelerinden, mukadderatın bağrına bastığı şahsiyet tahlillerinden, direnilmeyen ve karşı konulmayan İstanbul hikâyelerinden unutulmaz tatlar bulursunuz. Sosyal değişimi, yaşlılara bırakılmış köyü, göç olaylarını, taşı toprağı altın İstanbul yaşanmışlıklarını bundan daha iyi anlatmak gayr-i mümkün olsa gerek.

            Final, tahmin edildiği gibi, oldukça dramatik ve hüzün doludur. Bir ömür hülyasını çekip, ıslak kayayı parçalayarak getirdiği su ile yaptığı bahçede, karlar altında saniye saniye huzur-u kalple ölüme gitmesi, ?Kişi, dünyada nasıl yaşarsa ölümü de öyle olur.? yollu bir kapanış olsa gerek. Niyet hayır olunca, akıbette hayra tebdil oluyor. Karlar altında, baharı yaşayarak ruhunu teslim etmesi, ancak temiz ve sade yaşayanlara nasip olacak bir ölümdür.

             Kalemin ile bizi ihya ettiğin için saygı değer hocam, ömrün beyhude olmasın. Hikâye dilin kıvrak, alın terin mübarek, her iki dünyadaki mutluluğun daim olsun.

Huzur Seferi

           Geçim derdi için çıkılan yol ne kadar insani ise, zuhurata tabi seferlerde de o oranda esrar ve hikmet vardır. Büyüklerin hicreti bu anlamı taşır. Sır dolu, sürprizlerle dolu, sınırsız hikmetleri içine alır. Bu kadar girişi, maneviyat büyüklerinin zaman zaman seyahate çıkıp, geride kalanlarını hasrete boğdukları hikmetini hatırlamak için yazdım. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Başkanımız Muhterem H. Hamideddin Efendimiz de bir müddet İstanbul´da bulunmaktadır. ?Özlem had safhada, gel efendim gel, kalma orada, ihvanların için için ağlar Darende´de? demekten başka çıkar yolumuz yoktur. Tabi bu serzenişlik, yollara yalın ayak, baş açık çıkamayan meşgul yaranlar içindir. Yoksa aşk ateşi bir kere tutuşmaya görsün, İstanbul kaç saatlik yol ki. Muhabbet ehline yan odasından daha kısa olsa gerek. Yola revan olanlar, akşam binip sabah şafağında İstanbul´a ayak basanlar ehlince malumdur. Aşk sökün etti mi mazeret firar eder.

Pir Efendimiz bu hasreti, Divan-ı Şerif´te şöyle dile getirir:

Sararıp soldu benzim hasretinden ey gül-i ra´nâ

Onulmaz dertlere düştüm bu derdime devâ eyle 

Başka bir beyitte ise şöyle seslenir; 

Sırrına mahrem yârın bilip hem

Yâd eyle her dem yârın unutma 

         Gönül ehli, zuhurata tabidir. İnsiyaki, telaşsız, mukadderatın tecellisi mucibince hareket ederler. İstikametleri hep hak üzeredir, lakin en yakınındakiler bile farklı yönlere yönelişlerin hikmetini anlamakta mazurdurlar. Tarih boyu gittiği yerleri, yöreleri maddeten ve manen ihya ederler. Orası kuş uçmaz kervan geçmez bir diyarken, sonrasında dört başı mamur bir belde olur çıkar. Yaşanılacak, nefes alacak beldeler inşa ederler. Burası bir vadi ortası olduğu gibi, bir kaya menfezi de olabilir. Bunların zahirde hiç önemi yoktur. Ahlaki metotlarıyla, buraları vahaya çevirmeyi kısa sürede başardıkları görülür.

        İhvan-ı yarana düşen ise, teslimiyet ve tevekküldür. Her dem berabermişçesine muhabbetini harlamaktır. ?Yemen´de ki muhabbet çağlayanı yanı başımızda, yanı başımızdaki gafil ise Yemen´dedir.? düsturu pirlerimizin idraki kabil olmayan hikmetlerindedir. Vakıf Başkanımız, zaman zaman Konya, Bursa, Ankara, Karabük gibi yakın mekânlara teşrif ederek, gönülleri ihya etmiştir. Nasibi olanlar, bir nebze dünya gailesinden başını kaldırarak, muhabbet deryasına dalmayı bilmişlerdir. Nasibi olmayanlarsa, başka vuslat baharını beklemelidirler.

          Özlem ve muhabbet ateşini harlamaya devam etmeli. Yar bir gün ansızın, gönüllerin kasvetini teskin, ruhun cilasını ziyadeleştirmek üzere teşrif eder. ?Evini her daim temiz tut, misafir gelebilir.?