Ömer HİDAYET


ŞEHRİN RUHU: DARENDE ÖRNEĞİ


          Şehirlerimiz, medeniyet alanlarının tezahür ettiği mekânlardır. Günlük hayatımızın akıp gittiği, sosyolojik farklılıkların genel kabul gördüğü değerler manzumesidir. Orada doğar, orada yaşar,  orda ölürüz. Şehir mi yoksa köy mü önce inşa edildi soruları bugün tartışılan ve cevap arayan teknik konulardır. Şehir kurulurken bir sistematiği, bir başlangıç noktası(nirengi) olduğu genel kabul görmüştür. Ulaşılabilir su kaynakları, yer altı madenleri, iklimin bölgeye getirdiği kolaylıklar, bir diğer yerleşim yeri ile aralarında kurulacak bağlantı yolları, burayı tercih edilir hale getirmeye yetiyor.

          Meydan ve sokaklar şehrin nefes aldığı ana omurgalarıdır. Batıda karakteristik yapılanma, geometrik ve sistematiktir. Tüm sokaklar bir anlamda bir caddeye ulaşır. Hiçbir sokağın diğerinden farkı yoktur, ezberci, statik, akıl ve muhakeme yürütmeden sadece numaralara bakılarak bulunan yerleşim yerleri oluşmuştur. Bizde yani doğu ve İslam medeniyetinde tam tersi bir durumdan bahsedilir. Her sokak, bir farklılık ve özellik gösterir. Bir anlamda her an değişen, akışkan, dikkat ve zarafetin hüküm sürdüğü bir yapı arz eder. İstanbul, un Üsküdar ve Beyazıt meydanları bu özellikleri ile dikkat çeker.

        Kent Şurasında, Sayın Cumhurbaşkanımız, ?Dikey büyümeyen, yatay gelişen, toprakla temasın olduğu yapılardan ?bahsediyordu. Çünkü insan fani bir varlıktı. Fani bir âlemde, baki kalmak ancak bu mekânlara vereceğimiz yüce anlamlarla mümkündü. Ecdadımız, günlük hayatını idame ettireceği evleri ahşaptan, ahirete müteallik yapıları, cami, medrese, külliye, türbe ve mezarlık gibi ahiret hayatını hatırlatacak yapıları da taş ile donatıyor ve ölümsüzleştiriyordu. Zira O´ndan geldik, O´na gidecektik. İnsanın,  huzur bulduğu, kaçarcasına uzaklaşmadığı, tarihiyle, kutsal mekânları ile ünsiyetin kurduğu alanlarımızı çoğaltmalıyız. Zira önce Şehrin uluları görünürmüş. Ruhsuz, cansız, aidiyet duygusunun köreldiği mekânlar, makbul alanlar olarak asla kabul edilemezdi. Kesrette(çoklukta) vahdeti(birliği) yaşamak, vahdetten kesrete doğru bir yolculuğa çıkmak, biz insanın soylu yolculuğunun en masum görevidir.

          Peygamberlerin, şehir ve medeniyet inşa etmeye öncülük ettiklerini, şu ayetten de anlayabiliriz: Hani İbrahim, ?Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allaha ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır.? Demişti. Allah da ?İnkâr edeni bile az bir süre (bu geçici kısa hayatta) rızıklandırır; sonra onu cehennem azabına girmek zorunda bırakırım. Ne kötü varılacak yerdir orası!? demişti. (Bakara: 126)

         Şehir ve mekân, bize Rabbimizin emanetidir. Onu istediğimiz gibi kirletemeyiz, talan edemeyiz. Naif insan, zarif yaşam alanlarını oluşturan kişidir aynı zamanda. Sokağınız neyse, caddemiz öyle şekillenir. Tipik bir Yeşilçam filminin karesinde ?bak yere tükürdüğüne göre buda Türk´ dür? yollu alaycı ve küçültücü bir sahne hatırlıyoruz. Aslında, ortalama medeni insan nedir diye sorsak hemen aklımıza; sitede yaşayan, işi olan, tiyatroya giden, gelir seviyesi şu kadar olan değil, çevresiyle iyi ilişkiler kurmuş, kimseyle problem yaşamamış, komşuyla sürekli itişip kakışmamış, hep ölçülü uzaklıkta yakın beraberliği gözetmiş insandır, derim. Her gün bindiği Belediye otobüsünün koltuk arkasına tuttuğu takımın yâda sevdiği kızın adını kazımayan kişidir derim. Yada kimsenin görmediği zannıyla orman alanında piknik sonrası çöpünü olduğu yere bırakan değil..

           Ortaçağ Avrupa´sında, düzenlenen kanunla mezarların şehrin dışına çıkartılması fikri ölüm ve ötesi ile bağın zayıflığını göstermiyor mu? Bizde ise, mezarlıkların yerleşim yerlerinin merkezini oluşturması, faniliğin sürekli hatırlanması, insanın beşer olarak aciz, mutlak güç ve yaratıcı ise Allah olduğu duygusunu diri tutmanın mükemmel örneği değil mi?

           Yaşadığımız şehir, bizim aynı zamanda mekânlarıyla da illiyet bağımızı gösterir. Sokağımız neyse, caddemiz odur, evimizin yönü ve yapısı neyse, şehre bir şeyler fısıldar. Yaşadığımız mekânları sürdürebilir kılmak, oraya üfleyeceğimiz ruhumuzla doğrudan ilgilidir. Nihayette İnsan, beden ve ruhtan müteşekkil eşref-i mahlûk yüce bir varlıktır.

          Esenler Belediyesinin ?Şehir Düşünce Merkezi´nin yaptığı bir çalışma bu konularda bize geniş çaplı ve doyurucu bilgiler sunmaktadır. Şehir ve Kent kavramlarının epistemolojik yapısından tutunda, insan ve medeniyet, peygamberler ve kutsal mekânlar başlığı altında oldukça hacimli bir çalışmaya imza atmışlar.

        Tartışılan konulardan biride insan, önce yerleşim yeri olarak köy, kasaba gibi daha az nüfusun yaşadığı yerlerde ikamet ettiği, sonrasında oraya sığmaz olunca şehre göç etmek zorunda kaldığı sorularına cevaplar verilmesiydi. Nurettin Topçu hocamız, insan yapısı gereği sosyolojik bir varlık olduğunu, ilk yerleşim yerlerinin toplu mekânlar olduğunu, Avusturya kıta örneği ile anlatır. Yalnız yaşamadığı, mutlaka bir toplulukla beraber olduğu tespitini yapar.

           DARENDE: MODERN KENT ÖRNEĞİ

               Darende´miz; örnek yaşam alanı ve mimari çalışmasıyla, bu düşüncemizi özetlemektedir. Es-Seyyit Osman Hulusi Efendi Vakfımız, her çalışmasında, imar ve inşa faaliyetlerinde bu inceliğin ve zarafetin numunesi olmuştur. Öğüt veren değil, örnek olun denir ya. Yapılan tüm çalışmaları, estetik değerlerin mekâna yansıması olarak kabul etmek gerekir. Görenlerin zarafet ve naiflikte parmakla göstereceği bir inşa ve ihya alanı oluşturulmaya çalışıldı. Başta Somuncu Baba Külliyesi, böyle bir ruhun ve azmin eseri olarak inşa edildi. Taşlara, adeta çağlara meydan okuyan bir ruh üflendi. Başta Vakıf Başkanımız H. Hamideddin Efendinin; dikkat, zarafet ve özverili çalışması, İslam ahlak ve terbiyesinin bir yansıması olarak, önce gönüllere, oradan adeta taşlara kazındı. Burada yapılan hiçbir faaliyet, baştan savma, günü kurtarma, göz boyama şeklinde değil, ecdada yakışır,  medeniyetimizin ihyasının bir göstergesi olmalıydı. Karılan her kürek harç, önce ustanın gönül dünyasını ihya ediyor, sonra mekâna ruh veriyordu. Uygun olmayan birçok yapının tekrar tekrar kırılıp yeniden düzeltildiğini bizzat ehli bilir.  Hangi ağacın nereden, hangi taşın bin bir zahmetle hangi diyardan getirildiği, uğrunda hiçbir masraf ve zahmetin esirgenmediğini çoğumuz bizzat yaşadık. Çünkü mekânların ruhu, ancak oraya verilen önem ve değerle idame ettirilirdi.

                Gönül dünyamızın ihyası, yaşadığımız mekânın zarafetine verilen değerle, ancak ayakta tutulabilirdi.