Allahu Teâlâ biz insanlara çeşitli özellikler ihsan
ederek yaratmıştır. Bizleri diğer canlı türlerinden ayıran bir takım
hususiyetlerimiz vardır. Şöyle bir tefekkür ettiğimizde, akıl nimetinin
insanların en temel vasfı olduğunu anlıyoruz. Akıl vesilesiyledir ki bizler
sürekli olarak zahiri planda gelişiyor, icatlar yapıyor, şehirler kuruyor, ülkeler
inşa ediyor ve medeniyetler tesis edebiliyoruz.
Dini açıdan baktığımızda da hemen ?Aklı olmayanın
dini olmaz.? sözünü hatırlıyoruz. Dinimize göre vazifeleri yapmak zorunda
olmanın şartlarından birisi de akil olmaktır, deliler ve mecnunlar mükellef değildir.
Akıl kavramını konuşurken elbette sadece beynimizle yürüttüğümüz zihni
faaliyetlerin toplamını, yani zekâyı anlamıyoruz. Zekâ bu yönüyle daha dar
kapsamlı bir kavramdır. Akıl dediğimizde asıl olarak zihni faaliyetlerin
bizleri yaratılış gayemize uygun davranmaya yöneltmesini anlıyoruz. Kişiyi
yoldan çıkaran davranışlar kişinin akıl yönünden noksan olduğuna işarettir.
Bizlere lutfedilen bir diğer vasıf ise iradedir.
Rabbimiz bize herhangi bir durumda doğru olan davranışı seçme kabiliyeti olan
aklın yanında, bir de o doğru ameli işleme gücü olan iradeyi nasip etmiştir.
İrademiz sayesinde, rüzgâr önünde uçan bir kuru yaprak olmaktan kurtuluruz.
Diğer taraftan insan olarak irademizin cüzi olduğunu da unutmamak gerekir.
Allahu Teâlâ külli irade sahibidir. Kendi inisiyatifimizde olan davranışlardan
dolayı sorumlu olmamızın hikmeti hem akıl hem de irade sahibi olarak dünyaya
gönderildiğimiz içindir.
Akıl ve iradenin kıymetli olması ve kendilerinden
beklenen faydayı vermeleri ne ile mümkündür? Kanaatimce ancak iman ile mümkün
olur. Tohum ve su, toprak olmadan bir ağaca dönüşmez. İman ağacı ise gönülde
kök salarsa kişiye salih amel meyveleri nasip olur. İşte sahip olduğumuz bir
diğer lütuf da hazinelerden daha kıymetli olan gönüldür. Gönül mahiyeti ancak
ehlince bilinen bir kavramdır ki, biz idrakten aciziz. Fakat ehlinin tarifine
göre bir nebze anlamaya gayret ederiz. Nasibimizde olduğu kadarıyla ne olduğunu
fark etmeye çalışırız. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri Divan-ı Şerif?inde
gönül hakkında şöyle buyuruyor;
Gönül bir bahr-i ummandır, ona
haddü payan olmaz
Derunu dürr ü cevherdir ki
pinhandır ayan olmaz
O dürr ü cevheri bilip, heman
sarrafına tapşır
Bu
cevher cevher-i Hak`tır, gayrılara beyan olmaz
Uçsuz bucaksız, adeta sınırı olmayan büyük bir
okyanusa benzetilen gönül, en gizli derinliklerinde öyle değerli bir inci
saklar ki, o incinin bilinmesi, aşikâr olması çok zordur. Fakat böyle bir
incinin en azından var olduğunu bilmek de insan olarak üzerimize vazifedir.
İşte var olduğunu bilmekle müşerref olduğumuz bu paha biçilemez inciyi ehline
emanet etmek gerekir. Hele de gönül deryasında saklı olan bu inci öyle bir
incidir ki, Allahu Teâlâ tarafından ihsan edilmiştir. Ehlinden gayrısına beyan
edilmez. Öyle ya, sarraf olmayan altından, inciden ne anlar?
Darendeli hemşehrilerimiz gönül deryasındaki
incileri işleme kabiliyet ve yetkisine sahip olan gönül sultanları ile aynı
memlekette yaşıyor olmaktan dolayı ne kadar iftihar etseler azdır. Allahu
Teâlâ?nın izniyle kıyamete kadar gönül sultanlarının tasarrufu devam edecektir.
Hulûsi Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyuruyor ya: ?Pirimiz
İhramcızâde Hazretleri hac dönüşü Darende?yi teşrif ettiler. Bizim bahçede
oturuldu, çok kalabalık vardı. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s), ?Gardaşlarım
Darende?ye ilk geldiğimizde bir çocuk bize yol gösterdi. Biz de o çocuğa para
vermek istedik, parayı almadı, ?Ben himmet isterim.? dedi. Biz de ona himmet
ettik. İşte o çocuk bu Hulûsi Efendi?dir. Gardaşlar, şimdi Hulûsi biz, biz
Hulûsi, olduk. Darendeliler Darende?nizin kıymetini bilin. Darende?nin
suyundan, bir avuç su, toprağından bir avuç toprak olsam o şeref bana yeter.?
diye buyurdular.
Rabbim kıymet bilenlerden eylesin. Âmin.