M. Nazmi Değirmenci


Benim Vizontelem


Sinemaya yabancı değildim. 60 yılların ikinci yarısında Darende’de ‘Abuş’un Sineması’ vardı. Aklımda dilimde öyle kalmış yanlış kullandıysam kızmayın. Susuz yaz filmini orada izlemiştim. Sinema öncesinde çalan pikaptaki şarkılar bu gün, yine heyecanlandırır beni. “Aynaya baktım saç beyaz olmuş/Neden benzin sararıp solmuş/Böyle değildin sana ne olmuş/Ağla gözlerim ağla gözlerim” Yine Nuri Sesigüzel’den “Sanki billur bir pınar/Ruhuma neşe sunar/Kahverengi gözlerin/Gözlerin yar gözlerin” unutamam seni, kulağımda yankılanır. Tahta sandalyeler, belediye gazozu, kırık leblebi…

Gişe rekorları kırdığı iddia edilen basında televizyonlarda abartıyla reklamı yapılan Vizontele filmi aylarca magazin gündeminde kaldı. Çok konuşuldu reklamla merak ötesi bir konuma getirildi. Bende gittim. Ne hikmetse film, yapımından kısa süre sonra televizyonda da yayınlandı. Çok farklı yorumlar yapıldı. Kimi yorumlar girişimciliği, azmi, başarma isteğini, toplumun gelişmişlik sürecini, kimi yorumlarda benim gibi ajitasyon, kışkırtıcı söylemleriyle itilmiş, kakılmış, kenarda unutulmuş birilerini, abartarak anlatıyordu. Bu filmi izlerken ben Amerika’yı tekrar keşfetmedim. Yabancı olduğum bir şeyleri görmedim. Hepsi benim hayatımda hoş bir seda olarak kalan yaşanmış tanıdık sahnelerdi. Filmi izlerken çocukluğuma gittim. Yan yana durduğum o güzel insanları yani dedemin insanlarını, o sade mekânları yâd ettim. Bunun içindir ki yaşanmış bir sinemacılık emeğini cesur bir girişimciliği yazmak istedim. Memili’nin Sineması’nı…

70’li yıllar, Balaban’da Memili denen, ince yapılı nüktedan biri vardı sinemanın sahibi. Neden niçin denmiş adı Mehmet Ali miydi yoksa kısaltarak Memili mi deniyordu bilemem ama hatırladığım o küçük dünyamdan, gözlediğim, yaşadığım gibi yazıyorum Sineması’nı. Sal taştan döşeli bir zeminde çarpıyla sıvanmış kerpiç duvarlar arasında, ahırdan bölünme bir mekân, tahta sandalyeler, birkaç kat çarpıyla beyazlaştırılmış sahne, renge renk ampullerle süslemiş bir sokak, pikaptan çalınan müzik, mahalle aralarında gün boyu tahtaya tutturulmuş filmin afişini peşindeki onlarca çocukla dolaştıran çığırtkan genç, sinemaya ücretsiz girdikleri için bekçi olmak isteyen çocuklar. Küçücük dükkânında çekirdeği bardak ölçüyle satan Sıtkı amca, büyüklerin saklamaya çalıştığı heyecanlı bekleyiş, bazen baş aktörün öldüğü sahneden sonra gelen, son yazısıyla başlayan filimler, fark edilip makaranın başa sarılması, beleşçilerin filmin ortalarına doğru içeri alınması, böyleydi Memili’nin Sineması. Nasıl olduğunu önemsemiyorum. Önemli olan onu hayal edebilmek, gördüğünü, yaşadığını memleketine taşıma gayreti, o atıl bir mekânda ufuklar açmıştı kendi insanına. Vizontele’den farkı neydi. Yönetici profiliyle işlenmiş, yanında yenilikçi bir belediye başkanının olmamasıydı. Benim vizontelem de tek başına koca bir yürek, inanılmaz bir çaba, büyük bir gayret vardı.

Hani Fatih Kısaparmak’ın “Bu benim babam” şarkısında özlemini duyduğu baba var ya, bizler baba misali dedemize de öyleydik. Yaz tatillerinde aralıksız hep yanındaydık dedemizin. O yıllar Balaban’a elektriğin günde üç beş saat verildiği günlerdi. Herkes şartelin ineceği vakti bilir hazırlıklı bekler, lambalar, lüksler, şinanaylar yanar, ama yinede içimize büyük bir karanlık çökerdi. Gölgeler büyür, korku aktörleri gezinmeye başlar, sonrasında, başka bir yüzyıla gidilirdi. Uyumaktan başka yapacağın en özgün şey, damda, avluda, örtmede, eşiklikte büyüklerin yanında oturmak laf dinlemek. Bazen de ‘laf mı dinliyorsun?’ diye azar işitmekti. Ay ışığında oynarken korku hep yanınızda olurdu. En iyisi yıldızlarla arkadaş olmak onlara bakarak uyumaktı. Böyle rutin geçerdi yaz akşamları. İşte biz çocuklar, gençler için her şey, Memili’nin Sinemasıyla değişti. Akşamı, karanlığı sabırsızca, dört gözle bekler olmuştuk, bütün korkularımız alınmış gecemiz aydınlık olmuştu. Biz çocukları yeni dünyaya götürmese de oraları bize getirmişti Memili’nin Sineması. Artık günlük konuşmalarda filmler konuşuluyor, yorumlar yapılıyordu. Biz izleyicinin ufkunda yeni bir pencere açılmıştı ve oradan bakıyorduk. Denizi, şehri, İstanbul’u, hayal eder olmuştuk.

Hepimizin bir vizontele hikâyesi var ama. Köydeki tek mevcut radyoyu dinlemek için radyo sahibinin harmanında çalışan gençlerin, komşudaki televizyonu izleme ısrarında olan çocuklarını kısa aralıklarla misafirliğe götürme sıkıntısını çeken annelerin, dünyasındaki vizontele ise daha başkaydı…