Cemil Gülseren


Ölçü ille ölçü


Ünü varsa, günü de var

Olacak elbette. Ünlü ününün gününü görecek. Nefis galebe çalar. Ünlü olunca bunu dünyalığa çevirmekten şiddetle kaçınan ben bir Somuncu Baba’yı bilirim. Başka örnekleri de vardır şüphesiz. Ariflerin en büyüğü “gavsü’l vâsilin” Şeyh Hamid-i Veli’dir. O ki sırrının faş olduğu gün (açığa çıktığı zaman) Bursa’yı o gece terk etmişti. Şimdi bunu kimin aklı mantığı alır. Günümüzde “şöhret afettir” demiyorlar. Ya ne diyorlar; “şöhret nimettir” hem de ne nimet aman dikkat. “gün görmek” deyimi yanında gününü görmek deyimi de vardır. Bir kez de olsa ününüzün gününü de kontrol altında tutun. Şeyh Galip bile tedbiri elden bırakmamış görün;

 “Efendimsin cihanda i’tibârım varsa sendendir / Meyân-ı âşıkanda iştiharım varsa sendendir”

(İştihar: Şöhret bulma, meşhur olma / ünlü olma) Dünyada bir itibarım varsa sendendir Ey Efendim. Sen efendimsin senin sayende bir prestij kazandım ben. Nefsimden değil himmetinden. Aşıklar yanında / meydanında bir şöhretim varsa-namım olmuşsa- bu dahi senin sayendedir. Ben yoksa neyim ki senin yanında? Acizane yorumum benim böyle.

Bizim ünlülere sorsanız şöhretlerini neye bağlarlar dersiniz?

 

Bulgurdan olmak da var…

Facebook’ta ne kadar çok zaman geçirirseniz mutsuz olma olasılığınız o kadar yüksek. Sosyal medyada sosyalleşmektense gerçek arkadaşlarıyla yüz yüze görüşen kişilerin daha mutlu ve hayata daha olumlu baktığı uzmanlarca söyleniyor. Hoş uzman olmaya da gerek yok bunu anlamak için. Son zamanlarda sık duyar olduk. Facebook’tan ötürü aile içi geçimsizlikler ve hatta cinayetler giderek artmakta. Bizde ölçü de şaşar, terazi de. Öfkeler de taşar, sabırlar da. Hanımefendiler, beyefendiler yine de dikkat! Şeyhi’nin eşeği gibi söylenmeyin de… Boynuz umarken kulaktan olmuştu zavallı. Şeyhi’nin Harnâmesi’ni okuyanlar hatırlayacaktır.

 

Yasak oda

Bile bile, üstelik eğitim adına, kanun adına ne yanlışlar yapıyoruz. J. C. Carriere’nin bir tespitine herkes tanık olmuştur; “Sizi bir şeyi düşünmekten kaçınmaya zorladıklarında o şeyden başkasını düşünemez olursunuz” Çok bildik bir kalıp söz olmuştur milletin dilinde; Yasak arzu doğurur. Yasaklar mecburiyet doğuruyor. Lakin bize sökmüyor o başka. Neyi yasaklasanız ona yönelim artıyor. Masalın birinde kahramanımıza ne deniliyordu: Kırk odalı sarayın otuzdokuzu serbest yalnızca kırkıncı ve kilitli odaya girme. Sakın ha. Masal kahramanımız o otuzdokuz oda yetmiyormuş gibi ille o yasak odaya bakacak. Kafayı takar ve bakar. Masalın bundan sonraki bölümü bu andan itibaren başlar. Geri dönüşün zorlukları falan derken kırılma noktasıdır o yasağın çiğnenmesi. Cennetten çıkışımız dahi öyle olmadı mı? Dünyada çekeceğimiz çilemiz varmış. İşte ademoğlunun dünyası böyle başlar. Uğraşın durun Hayatta da hep kırkıncı odaları açmaya, o odalara girmeye zorlamıyor muyuz? Bu merakın, tecessüsün dışında, ötesinde bir şey.

 

Sınamak mı, Sakınmak mı?

Sakınmak tedbirli olmak mı dersiniz yoksa çekinmek mi?... Hatta kıskanmak belki korkmak bence çekinmek daha yakın bir karşılık olsa da hepsini karşılar. Emir olmasa da uyarmak maksatlı söyleyişini ise çok severiz çok ta kullanırız. Sakın!... Aman ha sakın ha ikazımız pek sert olur. Sanki tehditle gözdağı kokar” sizin bu sakın seslenişiniz”

Tehlikeye yakın, risklerle yüz yüze ürkütücü birde kelime türetmişiz “sakınmak”tan sakınca. Bir adım sonrası ise sakıncalıdır. Birileri size yapıştırır size yakışmasa da ama kul yapışana değil yakışana yakın olmalı değil mi?

“Bendelük tavrına olsun amelün / Hak âzârına dıraz itme elün.” - Nabi

(Yaptığın herşey kullara yakışır şekilde olsun. Allah’ı gücendirecek bir şeye sakın elini uzatma.) Yetmez mi?