M. Nazmi Değirmenci


Üç çuval elbise


19. Yüzyılda Almanya’nın Mülhemim şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin Almanlardaki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlarmış. O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabi. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta şöyle demektedir: "Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslam’ın da halifesisiniz. Bizi bu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkânı sağlayın."

Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah, asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabi bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır.

Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar: "Fransızlar korkak adamlardır. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri yeter. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerinde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanların sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: "Osmanlılardan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terk ederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."

Bu olay, Mülheim`lilarin gönüllerinde taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülheim`a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip hadiseyi temsilen kutlarlar.

Bu olay Osmanlı`nın sadece bir yeniçeri kıyafetiyle Almanlar Fransızların elinden ve talanından nasıl kurtardığını gösteren maziden elmas bir tablo olarak kalmaktadır.

 Nerden, nereye Rasulullah’ın övgüsüne mazhar olan bir ecdadın torunları olarak kendimize neden güvenmeyiz. Üç kıtaya adalet dağıtan ecdadın torunları olarak kendimize neden güvenemeyiz nasıl bu duruma geldik veya getirildik.

Dünya medyası ve onun uşaklığını yapan kuklaları, korku, kargaşa senaryoları yazıp, çizerek, kendimizi güçsüz, dışa bağımlı bir ülke, insanımızı da, ürkek, korkak, terbiye edilmiş bir kimlik olarak gösterdiler. Yazılıp çizilip anlatılanlara önceleri inanamadık, hayretle baktık, sonra inanıp hayran hayran baktık. Oraları kurtuluş, oralıları kurtarıcı gözüyle görür olduk. Hayalimiz oralara koşmak, onlar gibi olmaktı. Ulaşılamaz bir yükseklik ufku çizdiler bize, bu yolda giderken birileri elimizden tutmalıydı, buna inandık, inandırıldık, biz millet olarak kâinatın en sağlam elini bırakıp, hayal elleri tutmaya çalıştık çok düştük, düşmediysek de düşürüldük,

Nur içinde yatsın Turgut Özal, değişimin dış kapılarını bize açtı, dışarıyı tanıdık, kendimizle mukayese ettik. Gerçeğin anlatıldığı gibi olmadığını gördük bizim sevgi dolu yüreğimiz vardı, paylaşımcıydık, biz mutluyduk. Hep kendileri için yaşayanlar, başkalarını mutlu ederken mutlu olmayı bilmezler, o başka bir tat, dünyaya başka bakmaktır. Onun için onlarda mutluluk, hırsla doğru orantılıdır. Öyle olmasaydı dünyayı bu kadar bencilce kirletirler miydi?

Bu millet kendine güvenmeli kendinde olan zenginlikleri bilmeli, birlik dirlikle neler yaptığını unutmamalı, yakın tarihe bakarsak haçlı zihniyetli, yedi düvelin desteklediği işgalcileri Anadolu’dan kovan güç neydi? Öz güven, millete güvenmek ve bunu milletine anlatmaktır. İnsanın kendisine güveni ulaşılabilen en önemli güçtür. Bilirsek kıymetini büyüklerin öğüdü vardır, dik durmak gerekir diye.

Yaşadığım bir anı;

Odama ağlayarak giren öğrencimi dinledim. Arkadaşının kendini döveceğini, derste ters baktığını ve kafa salladığını söyleyip ağlıyordu. Korkmuş korkutulmuş, yok olmuş, varlığını unutmuştu. Kendi gücünden haklarından, bi haber olarak hep korku içinde günlerini geçirmişti. Bahsettiği çocuğu çağırdım sordum, bizimki korkudan yanında konuşamadı bile, arkadaşı sordu, ben seni dövdüm mü, hayır, vurdum mu, hayır, durum anlaşıldı. Fiili olarak arkadaşının bir müdahalesi yok, ama öyle anlatılmış öyle korkutulmuş ki, bizimki yaşayan ölü. İki gün yanıma çağırdım. Arkadaş olduk uzun teneffüslerde yanıma gelmesini söyledim. Yavaş, yavaş kendisine geldi, ona güçlü olduğunu bileklerinin pazılarının gelişmiş olduğunu o sınıfta bileğini bükecek kimsenin olmadığını anlatarak motive ettim. Dik durmasını, güçlü gözükmesini en önemlisi kendisine güvenmesi anlattım. Onu ayağa kaldırmam gerekiyordu bunun ilacıda öz güvendi. Birkaç hafta sonra kendine güveni gelmiş, apayrı bir çocuk olarak odama girdi. Durumu anlattı sınıfta tehditle kafa sallayan öğrencinin yanına gidip gerekçesini sormuş, bütün arkadaşlık ve dostluk yollarını denemiş, çıkar yol yok, tekrar tehdit alınca da bütün gücünü toplayarak bir Osmanlı tokadı patlatmış yüzüne. O oldu, sınıfta kimse ona karışmadı, karışamadı çünkü örneğinde bir Osmanlı tokadı vardı ve öğrencimi ondan sonra acınacak halde, korkak ve mutsuz hiç görmedim. Kendisine saygı duyulan sınıfın ve okulun en efendi çalışkan öğrencisiydi.