Cemil Gülseren


Geri gelmeyecek bir yitik; Öğretmen Okulları


Mezunlarının hemen hemen tamamına yakını artık mesleklerinde emekli olmuşlardır. Çoğunluğu sınıf öğretmeni olarak hizmetlerini noktalamışlar gibi gözükse de toplumda sosyal çevrede etkinliklere katılımları devam etmekte, etkileri sürmektedir.

Köy enstitüleri gibi bu okullar da Türk Eğitim Tarihindeki yerlerini almışlardır. O okulların gelmesi için zaten ne bir beklenti, ne de bir çaba var. İhtiyaç var mı? Hem de öyle çok ki…

Öğretmen okulu mezunu ben, hâlen öğretmen yetiştiren kurumun yani eğitim fakültesinin öğretim elemanı olarak, içeriden biri olarak söylüyorum; eksiklerimiz var. Olması da olağan. Günümüzde teknolojik donanım son derece iyi durumda. İletişim üst düzeyde. İmkânlar yeterli. Lakin sorunlarımız var diyoruz Ne adına öğretmen yetiştirme ve yerleştirme adına. Sayıca artan eğitim fakülteleri, atanma bekleyen binlerce genç, binlerce işsiz hem de binlerce üniversite diplomalı işsiz. Bunlar neye yol açıyor? Neye yol açmıyor ki?... İlk anda söyleyebileceğimiz noksanlarımız; ruh-motivasyon-idealizm-heyecan. Bunların azlığı veyahut eksikliği hususu tartışmasız ortada. Ortada olup da tartışmaya açık bir esas nokta daha var ki o cidden tartışılabilir; Meslekte Kalite. Konu kamuoyunun takdirine bırakılmıştır. Tarih yargılanmaz, tarih yazılır. Siz de okursunuz.

Şimdi sizleri anılarla 1971-1975 yıllarına götürmek istiyorum. Kıyaslamayı da size bırakıyorum. Şartlar çok değişti. Kıyaslamak anlamsız kalacak… İtici de olsa bizim zamanımızda diye başlayan sözler sohbetler hep olacak. Bugün de, yarın da… Ancak giden ne gün geri gelir; ne yıl. Bir suda bir kere yıkanılır.

Evden okula      

Orta 3’ten sonra kaydımızı yapacağımız Tokat Öğretmen Lisesine gitmek için önce trenle Malatya’dan Sivas’a gidecektik. Oradan da otobüsle Tokat’a. Evden tren garına bile yollamaya gelmedi ailemiz. Ben bunu şimdi şöyle yorumluyorum; ayaklarımızın üstünde duralım, hayatın güçlüklerini tanıyalım, pişelim, kendi işimizi kendimiz yapmasını öğrenelim. Kaydımızı da kendi kendimize yaptırdık. Şimdi sınava girecek öğrenci okula neredeyse aile boyu gidiyor. Bunun adı olsa olsa aile boyu destek değil aile boyu heyecan olur.

Evden ayrılış yaşımız on beş. İşte o ayrılış. O dört yıl içerisinde topu topu telefon görüşmemiz de ancak 7-8 kere belki. Dönemde bir kere yeter. Masal değil bu gerçek. Meğer ne çok bağımlısı olmuşuz şu telefonun. Onsuz hayatı bırakın, gün geçmiyor şimdi. Tıp otoriteleri, uzman doktorlar habire uyarıp dururlar; beyin kanserine, beyin tümörüne yol açıyor diye. Ama nafile.

Kıyafetlerimiz derseniz devlettendi. Bu yüzden tek tipliği, tek düzeliği bozmak için birbirimizden ödünç gömlek, pantolon alır değişikli giyinirdik. Kravat da bu cümledendi. Ne hevesti ama. Hem de güzel bir arkadaşlık dayanışması. Kız arkadaşlarımız gündüzlü idiler. Az sayıda da gündüzlü erkek arkadaşımız vardı. Onlar bize, biz onlara imrenirdik.

Hafta sonlarımız ya birikmiş temizlik, çamaşır, ütü gibi işlerle geçerdi ya da ödevleri tamamlamakla. Ara sıra da kahve, sinema yahut pastane gibi mekanlara dönüşümlü giderdik. En özendiğimiz bir pastanede oturup tatlı yemekti. Tek lüksümüzdü o.

Bizim sınıf esprileri, şakaları ile Hababam Sınıfından pek farklı sayılmazdı. Biz matematik bölümü olduğumuzdan diğer sınıflar yemekhanede masalarımıza maydanoz, marul serperlerdi. İnekçiliğimizi ima için. Güler geçerdik. Dalaşacak kadar boş zamanımız olmazdı ki. Boş insanlar kavga edermiş. O yıllar siyasi çekişmelerin, ideolojik sataşmaların had safhaya ulaştığı yıllar üstelik. Derslerde Darwin’in teorilerinin çatışma vesilesi olduğu yıllardı. Olanakla imkânın, cevapla yanıtın karşı karşıya getirildiği yıllar. Bu haliyle bir daha gelmeyesice yıllar. Yine de kimya çalışmaktan, matematik problemi çözmekten zaman kalmazdı hırgüre. Buna rağmen her etkinlikte, törende, anma gününde, yarışmada sınıfımızın ağırlığı görülürdü. İç huzuru kendi kendimize sağlardık. Etüt ve sınıf başkanlıklarını dönerli yapardık. Şiirler, tiyatrolar, geceler unutulmayacak dolulukta geçerdi. Burada aldığım öz güvenle ileriki yıllarımda Rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın huzurunda İst. Tic. Odası toplantı salonunda şiir okumak da kısmet oldu bana. Bize kazandırılan eğitim ve özgüvendir. En zor derslerimiz matematik-fizik-kimya değildi. Onları çalışınca hallediyorduk. Zorlandığımız Beden Eğitimi-müzik-resim dersleriydi. Çünkü öğretmen olacaktık. Bu dersler çok önemsenirdi. İstiklal Marşını mandolinle notalar üzerinden çaldık, söyledik, söylettik.

Sene 1981 Bolu Kız Öğretmen Lisesinde Edebiyat öğretmeniyim. O yıl aynı zamanda müzik derslerine de girdim üstelik koroyu da hazırladım.

Ya spor form tutmak ya da formumuzu korumak için hafta sonları sabah saatlerinde ben ve bir arkadaşım maraton koşardık. 20 ila 40 km. koştuğumuz olurdu. Diğer arkadaşlarımız ise ya futbolda, ya basketbolda, ya halk oyunlarında veyahut dağcılıkta kendilerini kanıtlamak zorunda idiler. Mutlaka herkes sporun bir dalında “iyi” olacaktı…

Devamlılık ve rekabet

Sınıf içi rekabetin en çarpıcı örneğini bizzat gözlemlediğimiz haliyle anlatacağım. Kahvaltıdan önce bir saatlik sabah etüdü olur. Biz ondan da önce uyanır ve çalışmaya başlardık. Dışarısı zifiri karanlık. Bizim sınıfın neredeyse yarısı mevcut. Yataktan sessizce kalkılırdı. Adeta ayak parmak uçlarında yatakhaneden ayrılırdık. Efendim uyuyanlar uyanmasın. Rahatsızlık vermeyelim düşüncesi. Bu görünen gerekçe. Oysa gerçek bu değildi. Ben gideyim biraz fazla ders çalışayım düşüncesidir asıl niyet. Herkes bilirdi ve de herkes elinden geldiğince uygulardı. Kırıcılık yok, incitmek yok incinmek de. Tutumluyduk, dayanışma içindeydik. Üniversiteye hazırlık kitaplarımız ya bir ya iki tane idi. Birbirimizle değişirdik. Şimdi mi? En olmayanın 20-30 hazırlık testleri ve konu anlama kitapları var. Kiminin de setleri var. Dersaneler ve yayınları o kadar çok ki evler dolaplar almıyor. Bir de üstüne üstlük haftalık testler, denemeler, yapraklar. Artık dersaneler de okullaştı. Dersane içinde bir de özel hoca faslı başladı. Her neyse devir değişti deyin ve geçin. Bizim sınıfa nemi oldu? İlk girişte 29 öğrenci üniversiteye yerleşti. Sınıf mı 32 kişi idi. Tatlı bir rekabete, güzel bir dayanışmaya, özel bir hırsa ve saygın bir motivasyona bağlı bir başarı idi bu.

Stajlarımız oldukça duygulu ve heyecanlı idi. Ruhu yeterdi. Pür telaş, pür dikkat. Şehir stajlarımız büyük bir disiplinle yürürken köy stajlarımız doğayla, çevre ile iç içe olmanın da keyfiyle kır gezintisi tadında geçerdi. Heyecan doluyduk çünkü mezun olunca atanmada sıkıntı yoktu. İdeallerimizi gerçekleştirebilme imkânımız olacaktı.

Zamanımızın gençleri

Başarı yolundan sizi alıkoyan arkadaşlardan uzak durmasını bilin. Buna mecbursunuz. Başarı, için rekabet şart. Yarış olacak, hırs da olacak. Bütün bunlar tadında olursa pozitif enerjiye dönüşebilir. Aksi ise size yarar yerine zarar verir.

Üniversiteyi kazanan dersane değil öğrencidir. Bütün kurs, kitap ve kaynaklar araçtır. İş sizde biter. Hatta fazla varlık zarar bile verebilir. İletişim yahut teknoloji eğlenceleri ise üniversiteye hazırlanan öğrencinin en büyük yardımcıları değil belki engelleyicileridir. Gerisi laf-ı güzaf. (Boş söz.)     

hilmi dulkadir
20.03.2020 18:07:19
Diline sağlık benim kardeşim. Işte bunları istiyorum. Bütün arkadaşlar yazabilmeli. Yazmalarını teşvik etmeliyiz. Yazınızı grupta da paylaşmalısın.

Abdurrahman Şahin
1.04.2020 23:01:46
Cemil dört yolluk okul dönemimizi ne güzel özetlemişsin.Köy enstitüsü ve öğretmen okulları maalesef siyasi kaygılarla kapatıldı.Ceremesini bütün ülke çekiyor.Yüreğine emeğine sağlık.

Vahit Yalvac
2.04.2020 15:47:29
Cemil kardeşim diline sağlık bir dost yıl ancak bu kadar güzel anlatılır. Diline sağlık.